13 Ağustos 2023 Pazar

Dördüncü Roma

 

-Bu yazı hem çok uzun hem de bitmemiş, okumasanız  olur ama okuyup, küfür içermeyen önerilerinizi bildirirseniz daha iyi olur.

Sözcüğü anlaşılır kılan, sözlükteki karşılığı değil taşıdığı duygu yüküdür.




Bu metinde kullanılan “ˉ” simgesi üzerinde bulunduğu harfi uzun “ˆ ” simgesi ince okutur. Örneğin: Hālâ.


Akşama eve dönünce, kitaplığımı gözden geçirmek, kaydını ihmal ettiğim yeni kitaplarımı kayıt altına almak ve kütüphanemde genel bir temizlik yapmak kararıyla evden çıktım. Beynimi sürekli kemiren sıkıntım dolayısıyla uzun süredir kendimi işlerime veremiyordum. Aynı sıkıntı nedeniyledir ki sonunda işi de bırakmıştım. Gerçi ayrılmamı gerektirecek başkaca gelişmeler de yok değildi hani. Çalıştığım işyeri sahibinin çocukları büyümüş, eğitimlerini tamamlamış, erkekler askerlik görevlerini yerine getirmişlerdi. Şirkette benim yaptığım işleri üstlenmek üzere alesta bekliyorlardı. Onları daha fazla bekletmek olmazdı. Tüm olumsuzluklar örtüşünce, hiç aklıma gelmeyen emeklilik yaşamım kendiliğinden başladı.



Önceki yazdıklarımdan ilk iki cümle hariç diğerleri on yıl önce olmuştu.

E yuh! yani. Hiç on yıl süren iç sıkıntısı olur mu? dediğinizden eminim! Olur! Hem de bal gibi olur. Kenan Paşa’nın tabiriyle: Tecrübeyle sabittir NETEKİM. Sözünü ettiğim sevgili(!) patronumla çalışmaya başladığımda, bügünkü servetiyle karşılaştırılınca hayli küçük olmasına karşın, o zaman da /gıyabında hali vakti yerinde iş adamıdır dedirtecek kadar/ ciddi servete sahipti.

Adama bak! İlginç bir şeyler yazmış olabilir! okuyalım dedik, bize patronunu anlatıyor, amma da iş ha! demeyin ve nobele henüz aday dahi gösterilmemiş olduğu zamanlarda okumaya çalıştığım Orhan Pamuk’u okuyamayarak bir kenara bırakışımı sakın taklit etmeye kalkmayın; yani kısaca kitabımı kaldırıp bir köşeye atmayın lütfen.

Patrondan söz etmesem olmazdı. Çünkü o sadece patronum değildi, “paraydı” aynı zamanda. Yani hepinizin peşinde koştuğu “güç’ün(!)” sahibiydi.

Bunlar girişlik, okuyunca belki de: Oh be! Tam da aklımdan geçenleri kaleme aldı dersiniz ve umarım Orhan Pamuk ile diğer nobelli yazarlar karşısında düştüğüm duruma siz de düşmezsiniz.

Adından da anlaşılacağı gibi emeklilik, resmi ya da özel herhangi bir otoritenin bundan sonra emeğinize karşılık bir bedel ödenmeyeceğine karar vermesidir. Emekliliğime ben karar verdim diyenler de olacaktır ama muhtemelen emeklilik kararını vermek zorunda bırakılmışlardır.

Emeklinin geleceğe dair planlarının çoğunlukla plan olmaktan öteye gidebilme olasılıkları pek yoktur. Zira planda aksayan yanlar olursa, değiştirebilecek zamanları kalmamıştır; yetkileri yok düzeyine indirgenmiştir emeklilerin. O artık bugünde dünü, yarında ertesi günü yaşamaya başlayandır. Emekli, geçmişteki yanlışlarını sıfıra, doğrularını sonsuza yaklaştırandır ki, emekliliğin sanırım tek değil ama kesinlikle en güzel yanı da budur.

Eee! Sıktın artık. Biraz daha abuk sabuk laflar etmeye devam edersen, senin kitabını da kütüphanemdeki okunamayan kitaplar köşesine, yani çoğunluğu Orhan Pamuk ve nobelli yazarların kitaplarından oluşmuş köşeye yerleştireceğim haberin olsun deme noktasına geldiyseniz eğer, yerden göğe haklısınız. Haklı olmasına haklısınız ama, lütfen emin olunuz! Yazmaya başlayamamak benim suçum değil. Ne zaman yazmaya kalksam, benden binlerce yıl önce yaşamış yazarların yazdıkları yanında benim yazacaklarım dandik kalır endişesiyle yazmaktan kaçınıyorum. Hele hele sondan bir önceki yazma gayretimi hatırladıkça fena halde ürperiyorum. Kemikleri bile çoktan toprak olmuş ozanlar-yazarlar sanki parmaklarımın tuşlara dokunmasını bekliyorlar, tuşlara dokunmaya göreyim, sırayla karşıma dikiliveriyorlar.

En iyisi aklıma geldikçe fena halde ürperdiğim yazma deneyimimi anlatayım; eminim bana hak vereceksiniz. Neredeyse herkesin en az üç yüzlü olduğu toplumumuz üzerine bir iki laf etmekle başlasam, insanlarımıza maskelerini çıkarmayı öğütlemek amacıyla birikimlerimi aktarsam belki devamı gelir, okuyanlar arasında faydalananlar da olabilir demiştim ki, Mevlana seslendi ve “A benim salak evladım! Mesnevi'mden haberin yok mu? Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” dediğimi duymadın mı? diyerek azarladı beni; “hani sen kimsin de insanlara akıl vermeye kalkışıyorsun, ben o işi yedi yüz yıl önce yaptım, sözlerimi ezberleyenler oldu ama henüz uygulayan olmadı; bilmiyor musun?” dercesine.

Bari basit konular üzerine bir şeyler karalayayım der demez Salah Birsel çıkıverdi karşıma. Basit konular benim ilgi alanım. Sıradan konulara dair öylesine yazılar yazdım ki okuyucu yazılarımı adeta sayfaları yutarak okudu dedi. İşin kötüsü söyledikleri tamamen doğruydu.

Bu sıralar çok moda; dinlerle ve tanrılarla ilgili bir şeyler yazayım dememe kalmadan Lukianos isimli birisi geldi; Samsatlı imiş. Yani bizim Adıyamanlı. Biliyorum senin kitaplığında “Seçme Yazılarım” var, daha ne diyeyim sana dedi ve kulağımı çekti gitti. 2000 yıl önce yazdıklarından hiç ders almadığımı sanmış ve çok kızmış olmalı ki neredeyse kulağımı koparacaktı. Lukianos'a biraz gıcık olduğumu söylemeliyim çünkü en iyi  "din derslerini"  ondan almıştım. Lukianos  ki 2000 yaşında bir bunak, ihtiyarlığından olacak,  aklımdan geçenleri okuyamamış.

Ciddi konuları gülmece ayağına yatıp yazayım dedim, Gargantua’ya söylerim kıçına iki tekme atar diyerek resmen tehdit etti beni Rebelais.

Aldatma ve aldanma üzerine yazmak belki daha kolaydır dedim, Decipimur specie recti yani Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun çevirisiyle 'ekser zaman görünüşe aldanırız' dedi Horatius.

Horatius’u duyunca elim ayağıma dolaştı ama delikanlılığa bok sürmemek gerek, kuyruğu dik tutmalıyım güdüsüyle “madem bu konuya Horatius el atmış en iyisi vazgeçeyim,” kendimi yazayım bari; kendimi yazarsam karışanım görüşenim olmaz! dedim. Parmaklarımı klavyemin tuşları üzerinde “aman kimse duymasın tedirginliğiyle” dolaştırmaya başladım. A aa! Kimseden ses seda yok. Oh be! Araya girmeler nihayet bitti derken, İsmet Zeki Eyüboğlu seslenmesin mi? Decipimur specie recti’nin Türkçe karşılığı 'ekser zaman görünüşe aldanırız olmaz', 'ekser zaman iyi görünüşe aldanırız' olmalı demesin mi? İyi sözcüğünü koyu renkle yazmak benim değil Eyüboğlu’nun fikriydi. Decipimur specie recti’nin iyi’lisiyle iyi’sizi arasında kocaman bir fark varmış, onu belirtmek istemiş. Bu yoğun saldırılar ve ağır eleştiriler karşısında dayanacak gücüm kalmamıştı, en iyisi denizcilik deyimiyle “orsa alabanda” etmekti. Öyle yaptım ve yazmaya ara verdim.



Orsa alabanda etmesine ettim ama “alabanda kalmak” kolay mı? İçimde esmekte olan rüzgar, merkezinde Horatius, basınç alanlarının birinde Karaosmanoğlu diğerinde Eyüboğlu olan 100 knot’lık bir fırtına. Hem de Decipimur specie recti’nin iyilisiyle iyisizi arasındakı farkı fark edemezsem eğer, asla dinmeyecek olan bir fırtına. Açmaza düştüğüm durumlarda kendi çözümüm peşine koşmadam önce benimle aynı kaygıyı paylaşanlar olmuş mu? diye bakarım. Varsa bulabildiğim yayınları okurum. Yoksa bu konuda bilgi sahibi olabileceklere başvurur, fikirlerini sorarım. 


Yine öyle yaptım. Öncelikle Müzehhar Erim’in Latin Edebiyatı isimli kitabına göz attım. Sorumun yanıtını bulamadıysam da latince’de “c” harflerinin her zaman “k” okunacağını “s” ya da “c” okunamayacağını, böylelikle Horatius’un özdeyişinin “dekipimur spekie rekti” olarak telafuz edilmesi gerektiğini gördüm. Üstelik yanında bonus(!) olarak Roma’nın Büyük İmparatorunun adının Sezar olarak telafuz edilmemesi gerektiği öğrendim. Fazladan edindiğim bu bilgiyi de doğrulatmalıydım. Tüm ders kitaplarımızda, Caesar üzerine yapılmış filmlerin dublajlarında Caesar adı hep Sezar olarak telafuz edilmekteydi. Herkes yanılıyor olamaz. Zira bazı güvenilirliği düşük kaynaklarda “c” harfinden sonra “i” ya da “e” ünlüsü geliyorse “s” olarak telafuz edileceğine dair bilgiler vardı. Nereden aklıma geldi hatırlayamıyorum ama en doğrusunu bilse bilse papazlar bilir deyip St.Antuan kilisesine elmek gönderdim. Caesar’ı değil de decipimur specie recti’nin sesletimini sordum. "Dekipimur spekie rekti" olarak telafuz edilir dediler. Yani “c” harfi “k” okunur. Sn.Antuan rahipleri böyle dediler demesine de içim bir türlü rahat etmedi. Hem sesletimini yüzde yüz güvenilir bir otoriteye doğrulatmalıydım hem de özdeyişin iyilisiyle iyisizi arasındaki farkı bulmalıydım? Yani kim haklı? Karaosmanoğlu mu Eyüboğlu mu? Alışkanlıkla önce bir bilene danışmalıyım dedim. “Bir Bilen” tamlaması ekranımda göründüğü anda telefonum çaldı. Ahizeyi kulağıma götürmemle ben Güniz sokaktan arıyorum: “Benzin vaadı da biz mi içtik”, “Dün dündür bugün bugündür”, “Ege göl değildir denizdir deniz” diyen Demirel’in sesini duydum. “Ne denizi!” “ne benzini!” be kardeşim yanlış numara çevirdiniz sanırım deyip telefonu kapattım. 


Demirel Decipimur specie recti’nin sesletimini nereden bilecek, bilse bilse Avrupa'nın en eski üniversitesi olduğu, taa Teodosius devrine uzandığı iddia edilen koca İstanbul Üniversitesi var, onlara sorarım deyip Üniversitenin Latin Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanı Hanım’a bir elmek gönderdim ve decipimur specie recti’nin hem söylenişinin nasıl olması gerektiğini hem de iyilisiyle iyisizi arasındaki farkın ne olabileceğini sordum. Hani entel görünmeye kalksam ve yeri geldiğini düşündüğüm bir anda Horatius’un bu özdeyişini Türkçe söylemeye yeltensem, nasıl söylemeliyim ki Horatius’un kemikleri sızlamasın? Neyi kast etmişti Horatius? Çoğu zaman görünüşe aldanırızı mı? yoksa çoğu zaman iyi görünüşe aldanırızı mı? Belki de görünüşe aldanırız derken görünüşe aldanırız ama iyi görünüş bizi aldatır mı demek istemiştir. Yani ortada salt aldanma değil bir de aldatılma vardır demek miydi amacı. Ne yazık ki soruma yanıt alamadım. Yüzde yüz olmasa bile yakın bir oranda “Yurdumuzun bunca sorunları varken manyağın derdine bak!” demiştir Latin Dili ve Edebiyatı bölümü başkanı. Yani St.Antuan Kilisesi rahibinin gösterdiği ilgiyi ve inceliği sakınmıştır benden. 


Bizim aydınlarımızı hiç bir zaman anlayamamışımdır zaten. Galiba onlar uzmanlık alanları hariç her konuda bilgi sahibidirler; bir şey sormadan önce onları iyi tanımalıyız. Örneğin sismologa deprem, arkeologa Hitit, onkologa kanser, gazeteciye haber hakkında sorular sormamalıyız. İsterseniz “hadi canım sen de!” Olur mu öyle şey deyip deneyin de “ebenizin örekesini” görün. BURAYA EKLEME YAP. Oysa “görece ve salt bilgiler ansiklopedisinin üçüncü cildi” hakkında ne düşünüyorsunuz diye soracak olursanız size yığınla bilgi vereceklerdir. Edmond Wells’i, Bernard Werber’i bilmeseler dahi (Ansiklopedi sözcüğünü duymuşlar ya!) ansiklopedi konusunda sizi yeterince(!) aydınlatırlar. Tıpkı canavar gazetecimiz Marcel Vaugirard’ın “insan bilmediği konularda iyi konuşur” özdeyişinde olduğu gibi.

Hani sohbetlerinizde olur ya, bir ismi unutursunuz ve bir türlü hatırlayamazsınız; dilimin ucunda biraz sonra aklıma gelir dersiniz... işte öyle diye tariflenebilecek bir haldeyim. Horatius’un aklından geçen ama henüz beynimin algılama bölümüne ulaşamamış bilgiye sahip gibiyim derken Cemil Meriç yetişti imdadıma. Anlamca ne diyordu Meriç: Tanrı Musa’ya asasını Kızıldenize vurmasını söyledi. Musa buyruğa uydu. Asanın dokunduğu Kızıldeniz yarıldı, kum açığa çıktı. İsrailoğulları önlerinde Musa'yla birlikte karşı kıyıya ulaşmak üzere kumların üzerinde yürümeye başladılar. Arkalarından gelen Firavun ile askerleri de hiç tereddüt etmeden Kızıldeniz'in açılan kumlarına daldılar. Ve hepimizin bildiği hikaye; firavun ve askerleri boğuldular. İyi de tanrı isteseydi Musa ve dindaşlarını suyun üstünden yürütemez miydi? Yürütürdü!(?) Yürütürdü ama o zaman bu mucizeyi gören firavun onların peşinden gitmeye kalkmazdı. Firavun Musa'nın kumlar üzerinde yürüdüğünü görünce biz de yürüyebiliriz demiş, asıl mucizeyi yani denizin ikiye bölünmesindeki hikmeti(!) görememiştir. Yani kumdaki “iyi görünüşe aldanmıştır.” Yoksa aldatılmış mıdır demeliyim? Hani demeye dilim varmıyor ama galiba tanrımız firavuna hafif yollu bir kazık atmış.



Çoğumuzun bildiği bu kıssada iyi görünüş, normal görünüş ya da akıl dışı olmayan görünüş, Musa'nın yürüdüğü zeminin kumsal olmasıdır. İyi görünüşü normal, akla uygun sıfatlarıyla betimlediğimizde, zorunlu olarak iyi veya kötü gibi sıfatlardan arındırılmış görünüşü normal dışı, anormal, akla aykırı vasıflarıyla nitelendirmemiz gerekir ki doğrusu da budur. Yani Meriç’in hepimizin hiç kuşku duymadan katılacağımız anlatımıyla İsrailoğulları'nın deniz üstünde yürümesi anormaldir yani görünüştür; kumda yürümesi normaldir ya da iyi görünüştür.

Tanrı iyi görünüş sunmak suretiyle firavunu ve askerlerini aldatmış diyebilir miyiz? Belki deriz belki diyemeyiz. Diyenlerin zaten tanrıyla sorunları vardır. Diyemeyenler ise madem ki o tanrıdır “ hikmetinden sual olunmaz” deyip geçiştireceklerdir. Zaten onlar ya akıllarını kullanmazlar ya da inançlarını doğrulayacak şekilde kullanırlar.



Eve erken gelebildiğim akşamlar kaçırmadan izlediğim yorum farkı isimli programın bu geceki bölümü yeni bitmişti. Programın adının yorum farkı değil “yorumcu farkı” olması gerektiğini söyler dururdum. Barlas’ın bilgeliği, süzülmüşlüğü, derin çözümlemeleri yerinde vargılarına karşın, Kongar’ın sığlığı, popüler kültür düzeyinin ötesine geçememiş izlenimi veren entelektüelliği, kıstas aldığı doğrulara ilintisiz çıkarımları, yaratıcılıktan yoksun yanıtları, yürekli bir tüy sikletin, kaşar bir ağır siklet boksöre attığı yumruklara benziyordu. Her ne kadar Barlas’ın mukayese edilemez artılarına karşın Kongar 34, Barlas 7 kitap yazmış olsa da , Herrigel ve Platon, ikili arasındaki yazma farkının nedenini anlayabilmemi sağlıyordu. Zen Budizminde yay ile Ok Atma Sanatı adlı kitabının ön sözünde, Platon’un yedinci mektubundan aldığı tümcelerle ne diyordu Eugene Herrigel? “Kendisi ve başkası için sözcük düşüncenin azıdır. Düşünce tecrübenin azıdır. Sözcük süzülmüş olandır. Onda tortulanan şey en iyi yanından mahrumdur. Bu nedenle bilgin olanlar yazmamalıdır.” Eminim okuyucularım da anlamışlardır. Neymiş? Bilgin olan yazmayacakmış. Bilgin olmayan ise aklına gelen hemen her konuda yazabilirmiş. Yazmak bilgin olmayanlara has olduğuna göre geçmişte yaşamış büyüklerimizin attıkları fırçalara aldırmadan yazmaya başlasam iyi olur diye düşünmekten kendimi alamadım. Çekinmem için neden kalmamıştı. Ben bilgin değildim. Yazmamda hiç bir sakınca yoktu.

Parmaklarım klavye üzerinde dolaşmaya başlayacaktı ki nereden çıktı bilmiyorum, şeytanım geldi ve Kongar’a haksızlık ettiğimi söyledi. Kafam karıştı. Şeytan bu! İnsanlara daima yanlışı öğütler diye bildiğimiz ortak şeytanımız. Ne demek istedi acaba deyip yazmaya yine ara verdim ve değişiklik olsun, asla dinlemememiz öğütlenen şu şeytanın amacı ne? Bir kez dinlemekle feleğimi şaşırmam nasılsa deyip kulak kesildim.

Şeytanla Kongar’ın ne ilgisi olabilir? Şeytan niçin Kongar’ı savunmaya kalkar derken yanıtın kutsal kitabımızda olabileceğini düşündüm. Kitaplığımdaki Elmalılı Hamdi Yazır tefsirini ve kuran meallerini karıştırdım. Meğer Allah biz insanları yaratmaya karar verdiğinde bu fikrini önce meleklerine açmış. Onların muhalefetine rağmen, bizi yaratmış sonra da meleklerin bilmediği bilgilerle donatmış. Arkasından hem melekleri hem de bizi, “bizim bildiğimiz ama meleklerin bilmediği sorularla” sorgulamış. İnsanlar doğru cevapları vermişler; melekler ise “sen bunları bize öğretmedin” nereden bilelim diyerek serzenişinde bulunmuşlar. Meleklerin doğru yanıtlar verememesi üzerine Tanrı; gördünüz mü? onlar sizden çok daha fazla şey biliyorlar demiş; arkasından meleklerden insana secde etmelerini istemiş. Aslında melek hem de baş meleklerden biri olan Şeytan tam bu sırada ortaya çıkmış ve haksız bulduğu duruma isyan etmiş. “Ben insanlara secde etmem demiş.” Demesine demiş ama karşılığında Allahın lanetine uğramış. 


Tamam, kabul! Allah'ın hikmetinden sual olunmaz amma  bu; insan, melek, secde, şeytan işinde bir terslik  varmış gibi geldi bana. Hani Allah meleklerle adem'i sınava tabi tutmadan, meleklerinden insana secde etmelerini isteseydi, eminim bizler gibi melekler de Allah' ın hikmetinden sual olunmaz derlerdi ve secde ederlerdi ve böylelikle biz müslümanlar cennete giden yolda hiç bir engelle karşılaşmazdık. Kafamı karıştıran bu ikircikli durum, eminim evliyalar, gavs'lar, şeyhşer, şıhlar, efendiler tarafından derhal çözümlenmiştir(!)  Kafamın karışıklığına neden olan bir şeyhimin olmamasıdır(!) Değil mi ki şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır! Şeyhi olmayan bendenizin zorunlu şeyi olan şeytan araya giriyor ve beni bu tuhaf sorgulamalarla baş başa bırakıyor. Neyse ki Gazali var.  Kafa karışıklığımı hissetmiş olmalı ki hemen yardımıma geldi ancak benim de uykum geldi.



Aslında uykumun gelmemesi gereken bir saatti.  Sebebini sabahleyin anladım. Meğer bu din büyükleri insanlara rüya aracılığı ile ulaşıyorlarmış. Gazali uykumda bana el munkizi dalal'ını okumamı önerdi.devam et. 
Edindiğim bu kısa ve öz bilgi ışığından anladım ki ortada egemen güce boyun eğen, yat denildiğinde yatan, tüm bilgisini ve birikimini güçlünün haklılığını(!) ispatlamaya gayret eden Barlas’a karşın, isyan eden Kongar var. Ne yalan söyleyeyim, Kongar’a hak verdim, onun tavrını doğru buldum. Haksızlık öylesine incitici, öylesine insanlık dışı öylesine aşağılık bir kavramdır ki karşı konulması, önce insan, sonra aydın olmanın olmazsa olmaz koşullarının ilk sırasında yer alır. Ya da İnsan “isyan”dır.



Zorunlu olarak ara verdiğim yazma kararımın akabinde, halledilmesi gereken ufak bir sorun olduğunun farkına vardım. Okuyucu profili tanımı yapmalıydım. Feleğin çemberinden geçmiş kırk yıllık okurların kitabımla ilgilenmelerine gönlüm razı olmazdı. Onlar zaten en okkalı kitapları okumuşlardır, sanırım, sadece ağır ve karmaşık yeni metinlere taş çatlasın şööyle bir göz atabilirler ancak. Böylesine oldukça basit ve konuşurmuşçasına yazılanlar onlar için fasa fisodur. Yazdıklarımın kolay anlaşılabilir olması onların gözünde benim adıma eksi puandır. Bu yüzden okurlarım zorunlu olarak gençler olmalıdır ki onlar duygularını saklamayı bilmeyenlerdir. Örneğin “ilk müslümanlar Mekkenin züğürtleri değil de zenginleri olsaydı faiz haram kılınmayabilirdi” dediğimde hiç çekinmeden “yok devenin nalı” diyebilecekler yalnız onlardır. Hoppala zeybek, alakaya çay demle, sen kafayı yemişsin, ebenin örekesi v.b. deyimleri sular seller gibi bilmelidirler ve yerinde olmasına aldırmaksızın rahatlıkla kullanabilmelidirler.

Nihayet sadede gelebildim. Hiç sulanmayın ve sadedimin adresini sormaya kalkışmayın. Cevap vermeyeceğim. Sadedimle baş başa kalmaya kararlıyım.

Her şeye karşın eğer meyhane akşamlarımızın son türküsü, Nesimi’nin Ben melamet hırkasını kendim giydim eğnime/ Ar-u namus şişesini taşa çaldım kime ne? şiiri üzerine yakılmış türkü olmasaydı; mükemmel kulağa ve davudi sese sahip Nuri Abi bu türküyü eksiksiz biliyor olsaydı, yukarıda anlattığım sebepler dolayısıyla yazarlığa kalkışmayabilirdim.



Çok sonraları “Haydar” olarak tanınan türkümüzün eksiksiz metnini bulabilmek gayretiyle Alevi-Bektaşi şiirlerini içeren kitapları karıştırmaya başladım. Amacıma ulaşabilmem hayli zor oldu. Deyimin tam anlamıyla “göbeğim çatladı.” Göbeğim çatladı diyorum çünkü bulduğum tüm metinlerde iki mısra eksikti daima. Hemen hepsinde  iki mısra  noktalarla geçiştirilmişti. Yani sansür edilmişti. Tam metni bulduğumda sansürlenen mısraların Sofiler secde ederler mescidin mihrabına/Benim dost eşiğidir secdegāhım kime ne? mısraları olduğunu öğrenmiştim.. Alevi Bektaşi şiirlerinin tümünü okumak pahasına.


Sonunda buldum! Buldum ama bu arada istemeden de olsa Kaygusuz Abdal’ın Erliği ile anılır filan oğlu filan deyü /Anan yoktur baban yoktur sen benzersin piçe tanrı beytini de okudum. Bu dizedeki piçe sözcüğünün dört harfi yerine dört nokta kullanılıyordu. Kaygusuz Abdal aleviydi. Bin yıl önce yazılmış şiirin bin yıl sonra sansür edilmesi hayli tuhafıma gitti.



Üstü örtülü olarak “Manyak herif! Sana ne Nesimi’den, Kaygusuz’dan, önce iyi bir dünya vatandaşı ol, nasıl ödeyeceğini düşünmeden bol bol harca, faturalarını zamanında öde, kredi taksitlerini aksatma, kredi Kartı ödemelerini geciktirme, çocuklarını özel okulda okut” diyen yeni dünya düzenine ayak uydurmam gerektiğini biliyorum ama merakıma ve aklıma egemen olamıyorum. Aklım Nesimi’ye ve Kaygusuz’a uygulanan sansüre takılyor; merakım nedenlerini bulmaya çalışıyor. Bu arada para kazanmaya yeterince zaman ayıramadığım için faturalarımı geciktirmek zorunda kalıyorum. Sam amca kusuruma bakmaz umarım.

Türkümüzün eksiksiz metnini bulmak gibi oldukça sıradan bir amaçla çıktığım yolculuğumda, bırakınız oksijen tüpünü, şnorkel dahi almadan daldığım Alevi-Bektaşi deryasının derinliği ve zenginliği beni kendimden geçirdi. Beşiktaştaki bir parka neden Pir Sultan’ın değil de Süleyman Seba’nın heykeli konuluyor, bu işte bir terslik var diye düşünürken, aniden tersliğin ayırdına vardım. Alevi deryasında Seba’nın, Beşiktaş’ın ne işi var, nereden çıktı bunlar derken birden ayıldım. Gözlerimi açtığımda “merak etme her şey geçti” dediler. Arkasından, hastanenin ‘basınç odasında’ olduğumu söylediler. Sonraki açıklamalarından anladım ki daldığım ancak sığ sandığım Alevi Bektaşi deryasında boğulmaktan kurtulmuşum ama vurgun yemekten kurtulamamışım. Kendime iyice geldikten sonra Alevi-Bektaşi deryasında yaşadıklarım zihnimde canlanmaya başladı. Ya Alevi-Bektaşi şairleri olmasaydı Halk müziğimizin hali nice olurdu? AÇIKLA NEDEN?



Zaten namaz kılmaz, oruç tutmaz, haçça gitmez alevilerin müslümanlıkla pek ilgilerinin olmadığından kuşkulanır dururdum. Badeyi yasaklayan emevi islamı ile Sen münkirsin sana haramdır bāde bekle ki içersin öbür dünyada/ Bahs açma Harami bundan ziyade çünkü bilmez haram ile helali diyen ozanın islam anlayışları aynı olabilir miydi?Kirişnamurti



Olamazdı ve hiç bir zaman olmadı da. Yine Harami’ye müracaat edelim ve onun dizeleriyle:  Ey zahid şeraba eyle ihtiram, müslüman ol bırak bu kıl-u kali/Ehline helaldir na ehle haram, biz içeriz bize yoktur vebali diyelim; bu türkümüzü seslendiren Erkan Oğur’un “müslüman ol bırak bu kıl-u kāli” yerine “insan ol dünyada bu dünya fani” demeyi tercih etmesinin nedenlerini sorgulayalım. Aslında sorgulama konusunda emin değilim. Belki de sorgulamamız gerekmez bile. Zira, ne yazık ki Türkiye’nin Başbakanı olmuş zır cahil Tansu Çiller’in kendisine yakışır bir yanlışlıkla “ayan bayan” dediği gibi her şey “ayan beyan” ortada. Tabii ki korkudan. Tek bu durum dahi dinin ne kadar hoşgörüden uzak olduğunu anlatmaya yeter. Biliyorum şimdi birileri çıkacak “ cumhuriyet döneminde yok ama Osmanlı İmparatorluğunda gayrı müslimlere karşı hoşgörü vardı” diyecekler. Kısmen doğru olan bu ifadede yanlış olan kısım; hoşgörünün islamdan kaynaklandığının sanılmasıdır. Oysa dinlere, dillere, etnisiteye özgürlük tanınması imparatorluk gereğidir. Aksi takdirde imparatorluk değil devlet olunur. Bu yüzdendir ki tüm görkemine ve oldukça geniş topraklara sahip olmasına karşın Bizans, imparatorluk olamamıştır. Çünkü İsa hem tanrı hem peygamber olamaz, o sadece peygamberdir diyen Ariusçuları dışlamışlardır. Arkasından İsa’nın çarmıha gerildiğinde insan yanının çektiği acıları tanrı yanının da çektiğini söyleyenler ile tanrı yanının acı çekmesi olanaksızdır diyenler arasında çıkan çekişmeler neticesinde yığınla insan egemen görüş karşısında olmadık eziyetlere muhatap kılınmışlardır. Acı meselesi iyi kötü halledildikten sonra bu defa ikona davası ortaya çıkmıştır. Yaklaşık yüz elli yıl süren bu karışıklık inanılmaz boyutlarda kargaşaya yol açmıştır. Devam yaz.

Her şeyi bilmeyi isteyenler beni çok iyi anlayacaklardır. İçinize kuşku kurdu girerse; Dante’nin İlahi Komedyada dediği: Ey kurt, kendi kendine kudur/ Kendi kendini ye bitir’i olmuyor, kurt kendini değil sizi yiyor . Alevilik yanında Bektaşilik üzerine bulabildiğim tüm kitapları okudum. Kuşkumu giderdim. Haklıymışım! Aleviliğin müslümanlıkla hiç bir ilgisi yokmuş. Rahatladım. Eğer bu yazdıklarımı okuyanlar okursa, içlerinden Tübitak Bilim teknik Dergisinin şubat 2000 sayısının okuyucu köşesine mektup yazıp; Ben herşeyi bilmek istiyorum, bunun bir yolu var mıdır? diye soran Akçaabat Anadolu Lisesi 2.sınıf öğrencisi, ya da Ahmed Arif okurken To be or not to be değil/Cogito ergo sum hiç değil dizeleriyle karşılaştığında, Allah Allah! to be ile başlayanı biliyorum, olmak ya da olmamak demek, peki ama, Cogito ergo sum ne demek deyip, hemen bir Latince Türkçe sözlük alan birisi varsa niçin rahatladığımı çok iyi anlayacaktır.

Patronlarımı para kazanmanın yöntemleri konusunda (hemen hepsi öylesine haksız ve insafsız olmalarına karşın) asla eleştirmem. Onlar patron benim çalışan olmamdan bellidir ki kazanmayı benden çok daha iyi biliyorlar. Hani girişlikteki patronum vardı ya, onunla ilgili bir kaç söz söylemem gerekiyor. Sevgili patronum sıfırdan başlayarak oldukça yüklü bir servete ulaştı. Kazanmak için başvurduğu yöntemler ne olursa olsun, bunların içinde en önemlisi çok çalışmaktı. O Ahmed Arifl’le hiç ilgilenmediği gibi Cogito ergo sum’u da duymamıştır bile. Descartes isimli bir filozoftan, onun metod üzerine konuşmalar isimli kitabından haberi dahi yoktur. Filozof ne demektir ne iş yapar sorusunu sormak hiç gelmemiştir aklına ve asla gelmeyecektir. Zaten onun yaklaşık yüz sözcükten oluşan kelime hazinesinin doksansekizi para üzerinedir, kalan ikisi Allah ve Peygambere dairdir. İşte bu patronum benim Cogito Ergo Sum’uma saygı gösterir, ben de onun çalışmasına ve kazanmasına saygı duyarım. Saygı duymamam mümkün mü? Düşünsenize; yaşamını para kazanmak üzerine adamış, sonunda çok varsıl olmuş biri, varsıllardan beklenmeyecek bir şekilde bilgi birikimine, incelmişliğe karşı olumsuz tavır sergilemiyor. Madem para bende, ben her şeyi bilirim havalarına girmiyor. Aramızda 17 yıl kadar yaş farkı olan patronum, yaşam sürecinde tek amacının para kazanmak olduğunu biliyor, benim amacımın da Akçaabat Lisesi 2.sınıf öğrencisi gibi bilgi edinmek olduğunu fark etmiş, Çetin Altan’ın deyimiyle var olmakla varlıklı olmak arasındaki farkı görmüş. Yaşı da epeyce ilerlemiş. Artık bu saatten sonra var olmayı beceremeyeceğini anlamış. Varlıklı olmayı ve varlığını artırmayı aynı hızla sürdürüyor. Olabildiğince var olanlar karşısında saygılı davranıyor. Sabancı gibi yapmıyor. Eline mikrofon tutuşturduklarında ana dilini yaklaşık yüz kelime ile konuşabildiğini unutup her konuda ahkâm kesmeye kalkmıyor ve ahkâm keserken sözcük hazinesinin yetersizliği nedeniyle olmalı, tek bir kelimenin tekrarından oluşan cümleler kurmak zorunda kalmıyor. Son olarak, sevgili patronum parasıyla zevksizlik satın almıyor, ancak paranın ortaya çıkarabileceği vıcık vıcık görgüsüzlük ve sonradan görmelik akan tavırlar sergilemiyor. Her ne kadar sevgili patronum bir keresinde “Bende 50 mimar 40 mühendis 10 muhasebeci aklı var” demişse de, kendisine bu kadar hata kadı kızında da olur misali, 350 yıl önce yaşamış La bruyére’nin Kasasında çok tapu ve para biriktiren kişi kendisini dünyanın en akıllı insanı olarak görür lafını hatırlatmadım. Hatırlatmam biraz da salaklık olurdu. Ya kızar ve beni işten atarsa ne yapardım.

Umarım dikkatinizi çekmiştir, yukarıda bir yerlerde “patronum parasıyla zevksizlik satın almıyor” dedim. Bana hak verenler olabileceği gibi hadi canım sen de! Parayla zevksizlik mi satın alınırmış? Zevk ancak parayla alınabilir diyenler de olacaktır.. Haklısınız bizlere hep böyle söylendi. Para yoksa kalite yoktur, kaliteli yaşam ise hiç yoktur dendi. Sabancı bile Para Başarının Mükafatıdır isimli kitap yazdı. Oysa paranın asli, akli ve ideal görevi “istememe özgürlüğünü” sağlamasıdır. Aksi halde “Forbes’in” zenginlerini sıralamaya yardımcı olmaktan öte bir işe yaramaz.

Önceliği Forbes’in zenginleri sıralama görevini üstlenen yani zevksizlik satın alan paraya verelim. İstememe özgürlüğünü sonraya bırakalım.

Paranın nasıl sevksizlik ve görgüsüzlük satın aldığını anlatmadan evvel; anlatacaklarımın anlaşılabilirliğini kuvvetlendirir ümidiyle Tanşuğ Bleda’nın Maskeli Balo isimli kitabından alıntı yapalım.Gece Sabancı’nın Atlı Köşk’te verdiği resepsiyona davetliydik. Önce müze evi gezdik. El yazması Kuranların önünden geçerken ilgisini görünce Sabancı birini camekandan çıkarıp eline verdi. Ancak Paye (OECD genel sekreteri) açık olan sayfaya henüz dokunmuştu ki, kağıt toz haline geliverdi. Kıpkırmızı olmuş ve nadide bir sanat eserinin zedelenmesine neden olmaktan suçluluk hissine kapılmıştı. Binbir özür dilerken Sabancı “Önemli değil” deyip ufalanan kağıtları üfleyerek kitabı yerine koyunca bir an için Paye’le göz göze geldik

Yapı Kredi Yayınlarının olduğu Levent’teki plazada güvenlik görevlisi olarak çalışan birinden duymuştum.. Zaten demişti güvenlik görevlisi, Nejat Eczacı Bey hep söylerdi. Türkiyede, varlıklılar sanattan anlamazlar, anlayanlarınsa paraları yoktur. Güvenlik görevlisi bana şunu söylemek istemişti: Yapı kredi Bankası Münir Nurettin Bey’in seslendirdiği 4 CD’lik muhteşem bir çalışma hazırladı ama tamamını bankanın mevduatı en fazla olan mudilerine dağıttı. Sen burada boşuna aranıyorsun. Mudiler Münir Nurettin Beyin CD’lerini alırlar ama fantezi arabesk dinlerler. Onlar, para kazanmaya zaman ayırmaktan Münir Nurettin Beyin şarkılarını dinlemenin zevkine varamamışlardır. Dom dom kurşununu dinlemek daha kolaylarına gelir.

Zevksizlik ancak parayla satın alınabilir olmasaydı, Doğan Gurubu tarafından düzenlenen DYH Meeting 2007’ye katılan, dünyanın önde gelen basın devlerinin binlerce dolarlık giysili üst düzey temsilcilerinin önündeki sehpaların üzerinde, küçük plastik su şişeleri yerine, hadi çeşm-i bülbülden vazgeçtim, narin yapılı birer cam sürahi ve cam bardaklar olmaz mıydı? Mahmuzlu kovboy çizmeleri, kocaman tokalı kemerleri ve geniş kenarlı şapkaları ile bilinen Teksas kültürünü matah bir şey sanan Amerikalı’ya; Dünyada Vandallar adı ile anılan ilk ve tek kavmin yaşadığı kuzey avrupayı temsil eden Danimarka basını temsilcisine cam sürahi ile plastik şişe arasındaki farkı anlayamadıklarından dolayı söyleyecek fazla söz bulamıyorum da ya bizimkilere ne demeli! Taa Luvilerden başlayan Anadolu medeniyetlerinin birikimini DNA’larında taşıyan Ertuğrul Özkök ile Nuri Çolakoğlu’nu nasıl hoş karşılayacağız. Ya da hoş görmemiz gerekir mi? Gerekmez! Zira onlar “istememe özgürlüğünü” bilmezler ama eminim her yıl yayımlanan “Forbes Listesini” sıkı takip ederler.

Zevksizliğin “ancak parayla satın alınabileceğine” dair tespitimizi; bilahare devam etmek üzere bir kenara koyalım ve istememe özgürlüğünden söz edelim.





Merak edenler olabilir. İstememe özgürlüğünden ne anladığımı izah etmeye çalışayım:Yetmişli yıllardı... Sokaklar, lastik çizme üstüne kürk manto giyen kadınlarla doluydu. Gördükçe sinirlenirdim. Neymiş efendim? Moda! Gri pantalonumun altına güç bela bulabildiğim bordo renkli ayakkabılarıma uyacak bordo çorap bulacağım diye yırtınırken, müteahhit hemşerimin, bulunduğum mağazaya gelip, renkleriyle ilgilenmeksizin avuçlayabildiği kadar çorabı alıp, kasaya yönelmesine de çok şaşırırdım.

Günümüzde daha beterleriyle karşılaşıyorum ama artık şaşırmıyorum! Birisi takım elbise altına spor ayakkabı mı giymiş? Yeni eğilim bu. Dünyanın en zengin insanı öyle giyiniyor.

Parası bol adam balık lokantasına gidiyor. Baş köşeye oturtuyorlar. Lüfer ızgarayla konyak içmeye kalkıyor. Lüferle “rakı” iyi gider; diyemezsiniz!.

“Hanzostan’ın en zengini böyle yapıyor da ondan”, der ve konyak içer.

İstanbul boğazında yalısı var. Karısına Hummer almış.

“İyi de; Hummer Boğaz’ın eski dar sokaklarına sığmaz” .......

Sığmasın!

“Yalıya hummer değil tekne yakışır! Kıro işte! ......

Kıro mıro ama, para onda...

Herhangi bir tavırları dolayısıyla “kıro” olarak tanımlanmaktan “rahatsız olacak” insanlar, niçin Para’nın belirleyici rol üstlendiği kıroluğa, aldırmaz görünüyorlar?

Sahiplerini, böylesine pervasız ve pertavsız konuşturabilen, patavatsız kılan “para”nın gücü nedir?

Para nedir? Ne yapar?

Rahmetlik Sabancı: “Başarının Mükafatıdır” derdi.

Çetin Altan’a göre “Var olmanın değil ama varlıklı olmanın aracıdır”.

Sizi dünyanın en nüktedanı yapar.

En yakışıklısı oluverirsiniz... Değil mi ki? “Erkeğin güzelliği: Parasıdır”.

Berbat giyinseniz bile rüküşlüğünüzün farkına asla varamazsınız. Etrafınız; giyiminiz üzerine methiye düzenlerle doludur.

İstediğiniz zevksizliği satın alır; görgü kurallarını iplemezsiniz.

Sözünüze güvenilir.

Sözünüzde durmasanız dahi, birileri neden sözünüzü tutmadığınızı, yığınla haklı gerekçe ileri sürerek izah ederler.

Horatius, yüzbin Sesterce’si olmayanın, insan yerine konulmamasını biraz ayıplamış olsa da, kanımca pek haklı değildir(!)

İşin en güzel yanı, bir süre sonra herkesten daha zeki, daha yakışıklı, daha nüktedan, en güzel giyinen; kısaca herşeyin en iyisini bilen, en iyisini yapan olduğunuza, kendiniz de inanırsınız.

Haksız da sayılmazsınız!

Para kazanmaktan vakit çalıp, La Bruyére’yi okumaya fırsat bulamamışsınızdır. Biliyorsunuz önceki sayfalarda da öz etmiştim La Bruyere’den: “Kasasında en çok tapu ve para biriktiren, kendini dünyanın en akıllı insanı olarak görür” dediğini ve haklılığınızı(!) 400 yıl önceden teslim ettiğini hatırlayalım.

Ama yine de, yeniden sorayım...

Para nedir?

Bana göre ne olduğunu yukarıda yazdım ancak, bazılarına göre “İstememe özgürlüğü” sağlayan araçtır.

Çoğunluğun “Yapmakla-yapmamak” arasında tercih hakları yoktur. Yapabilecekleri sınırlıdır. Zorunlu olarak onu seçerler.

Kısaca; “istememe özgürlükleri” yoktur.

İstememe Özgürlüğü: Satın alabilme olanağınız varken, kendi rızanızla vazgeçmenizdir.

Vazgeçilenin büyüklüğü, hem paranızın boyutunu, hem de paraya egemen olduğunuzu gösterir.



Reddettiğiniz her büyüklük, “incelme yoluna” koyduğunuz, çok iyi işlenmiş bir “Doğal Taş’tır”.

Vazgeçilen bir sanat eseri ise “reddedilenin büyüklüğü” kuramı tersine işler.

Guernica’ya sahip olma olanağınız varken vazgeçerseniz, istememe özgürlüğünden değil, dangalaklıktan söz edilebilir.

Sanattan uzak yaşam; yaşanmasa da olur.

Hani alevilikle ilgili kuşkularımı giderince rahatlamıştım ya, rahatlığımı arkadaşlarımla bölüşeyim dedim. Yetişkinlerin hepsi Üniversite bitrmiş bireylerden oluşan ailecek sohbetlerimizin birinde sazı aldım: Geçenlerde Tahsin’in elinde alevilikle ilgili Erdoğan Çınar’ın yazdığı kitabı gördüm ve dedim ki: “Alevilerin müslüman olmadığını söylüyorsa” doğru bir kitaptır; okumaya değer; söylemiyorsa hiç okuma!

Aleviliğin, Türklerin orta asyadaki inanç sistemiyle Bizans kültüründe asimile olmuş kadim anadolu halkının inanç sisteminin harman edilmesi sonucu doğduğunu ve sadece Anadoluya has olduğunu anlatmaya başladım. Hazır bulunanların hepsinden kat kat zengin ve şaşılacak bir şekilde bilgi edinmeye de diğerlerinden daha fazla meraklı olan arkadaşım: İslam kaynaklarında, tefsirlerde, kuran meallerinde aleviliğin islamın bir mezhebi, alevilerin müslüman olduğu açıkça yazılıdır diye karşı çıkınca bende şafak attı. Belli ki sen hiç meal ya da tefsir okumamışsın. Zira islam dininde mezhepler, Kuranın indirilmesi ve tamamlanmasından hayli zaman sonra ortaya çıkmışlardır. Bu nedenle hiç bir tefsirde, mealde mezheplerden söz edilmez, edilemez dedim.

Demesine dedim ama halt(!) ettiğimi de sonradan fark ettim. Zira unuttuğum bir şey vardı. Arkadaşım varsıldı. Varsıllığı nedeniyledir ki zaten doğal olarak her şeyi bilirdi. Arkadaşıma haksızlık etmeyeyim. Her Türk herşeyin en doğrusunu bilir ama konuşabilmesi için bulunduğu ortamın varsıllık ortalaması kendi ortalamasından düşük, ya da en kötü olasılıkla kendisine eş düzeyde olmalıdır. Şafağımın atmasının nedeni: arkadaşımı “bilgi birikimi yüksek” ender varsıllardan biri olarak görmemden ve diğer varsıllara benzemeyen tavırlar sergilemesini beklememden kaynaklanıyordu.

Para sahibinin dediğinin ve yaptığının doğru olmadığını söylemek salaklığını(!) nasıl yaptım bir türlü anlayamıyorum. Üstelik yıllar önce Exupery’nin Küçük Prens’i: Konuşmak anlaşmazlıkların kaynağıdır demek suretiyle beni uyarmıştı. İnsanlık hali işte, bazen dilimize sahip olamıyoruz. Dilime ve dahi düşünceme sahip olabilsem, Beylerbeyi Polis Karakolunun adının Sabancı Polis Merkezi olmasının biraz tuhaf kaçtığını ne aklıma getirir, ne de sağda solda söylerdim.

Yanılıyor olabilirim ancak Sabancı Beylerbeyine bir karakol yapıp hediye edecek kadar zengin olmasaydı, görgüden biraz sapmış bu tavrı sergileyemeyecekti sanki. Sabancı’nın da günahı yok galiba, belki de ona bu abuklukları para yaptırmıştır.

Her bilgiyi herkese sunmamalısınız. Nasıl ki Ferrari satın alabilmek için nicelik yetmez minimum niteliğe de sahip olmak gerekir.

Aleviliğin tefsirlerde yer aldığını söyleyen paralı arkadaşım vardı ya! birkaç akşam sonra beni yemeğe davet etti. Yemekte, son zamanlarda oldukça hırçınlaştığımı söyledi. Derdimin ne olduğunu sordu. Beni sağaltmakta kararlı gibi duruyordu. Engin parasıyla, pardon; bilgisiyle tavırlarımın nasıl olması gerektiği hususunda beni aydınlattı(!) Arkadaşımın beni aydınlatma gayretlerinden öylesine etkilendim ki taa onbin yıl öncesine gittim, Çandarlı körfezinin kenarında bir kayanın üzerine oturmuş Ege denizinde taş sektiren küçük bir Luvi çocuğuymuşum hissine kapıldım. Arkadaşımın: Şunu da açık açık söyleyeyim: Hiç kimsenin arkadaşlığına ihtiyacım yok demesiyle, sektirmeğe hazırlandığım son taşım denize düştü. Son taşım, denize düşerken nasıl bir ses çıkarması gerektiğini bana sorsaydı, sessizce düşmesini söylerdim. Taş bu ya işte; ne beklersin! sen git densizliğin alasını yap, suya değer değmez “gulg” diye bir ses çıkar, gürültüden uyanıp kendime gelmeme neden ol. Okuyucum ise arkadaşımın sözlerinden dolayı irkildiğimden için kendime geldiğimi sansın ve arkadaşım hakkında yanlış kanıya varsın iyi mi! Arkadaşımın, kimsenin arkadaşlığına ihtiyacım yok demesinde hiç bir kompleks(!) olmadığını hepimiz biliyoruz. Dikkatsiz taş ne olacak!

Dikkatsiz ve düşüncesiz taşım denize düştü gitti. Onu dipte bırakıp arkadaşıma şunu söylemek isterdim: Ey benim arkadaşlığıma muhtaç olmayan arkadaşım. Seninle yaklaşık 15 yıldır görüşüyoruz. Çeşitli konularda laflarken sık sık, her söylediğine karşıt olmakla suçlardın beni. Doğru şeyler söyleyin de itiraz etmeyeyim derdim. Ayrıca ve ancak hiç dikkat etmezdin ki karşı çıkmadığım konuşmaların da vardı. Örneğin iş yaşamına dair konuştuğumuzda çoğunlukla onaylayarak seni dinlerdim. Çünkü iş konusunda benden çok ama çok fazla başarılıydın ve Sabancının deyimiyle mükafatı yani parayı kazandın. Sana bu konuda söyleyeceğim olabilemezdi, dinleyebilirdim sadece ve her daim öyle yapmışımdır. Ama bilgi edinmeye yönelik açlığım sende yok. Picasso ile ilgili bir anekdot anlattığımda, dadizmle kübizmi karıştırdığından olacak, Picasso’nun dadist olduğunu söyledin, ona bile ses çıkarmadım. Herkes bildiğinden emin olduğu konularda konuşmalı. Sen para kazanmanın yollarını anlat. Picasso, dadizm, kübizm, alevilik v.b. başkalarına kalsın. Para kazanma konusunda nasıl ben senin konuşmalarını dikkatle dinliyorsam sen de benim ilgi/bilgi alanıma giren konularda aynı özeni göstermelisin. 40 yaşından sonra okumaya başlamak iyidir ama bir yere varılamaz. En fazla Dilipak olunur; yani bir konuda laf açılmışken o konuda kimlerin neler söylediği papağan gibi tekrarlanır durulur ama konuşmacının ne dediği belli değildir.


İnsan hangi ruh haliyle “Hiç kimsenin arkadaşlığına ihtiyacım yok” diyebilir? Rahatlıkla arabaya, eve, paraya ihtiyacım var diyebilen insanlar nasıl olur da arkadaşa ihtiyacım yok diyebilir. Oysa, arkadaş kavramı ihtiyaç skalasının ilk basamağında yer alır. Üstelik arkadaşlık ihtiyaç üzerine bina edilmez. Hiç arkadaşım yok, bir kaç arkadaş edineyim güdüsüyle yola çıkan insan sanırım hiç yoktur. “Arkadaşa ihtiyacım yok” sözün sarf edilebileceği ortam kaygısız konuşmaların yapılabileceği bir ortam, zorunlu olarak bir araya gelmiş insanların havadan sudan konuştukları zemin olmalıdır. Arkadaşa ihtiyaç duyulmayan bir yaşam olabilir mi?

Olabilir. İnsan eğer “ben’ini” öne çıkarmaya başlamışsa her şeyi söyleyebilir. Onun artık bakışları bozulmuştur ya da bozulmaya başlamıştır. O artık Ben’inden başka herkesi küçük görme moduna girmiştir. Doğal olarak yaş dolayısıyla yakın görememe sorunu yaşamaya elan başlamamış olan genç okurlar ile yakın görme bozukluğu oluşmuş ama görme bozukluğunun henüz farkına varamamış erken orta yaşlılar için anlatmaya çalışayım. 40’lı yaşlarımdaydım. Bir sabah traş olurken baktığım aynada kafamın küçüldüğünü gördüm. İnsanın her yanı ufalabilir belki ama kafası ufalmaz sanırım. Ufalmanın nedenini bulabilmem için okuma güçlüğü çekmeye başlamam gerekiyormuş. Harfleri üst üste basmaları mümkün olamaz bu basım evlerinin deyip, göz doktoruna gidince her şey anlaşıldı. Meğer yakın göremez olmuştum. Yakın görememek, yakındakini dediğim gibi küçük görmekle başlar ve bu görme kusurudur. Gözdeki görme kusuru gözlükle ya da basit bir operasyonla düzeltilebilir ama asıl önemli olan beynimizde oluşan görme kusurudur. Beynimizdeki görme kusuru yakındakileri uzak, uzaktakileri büyük gösterir.

Çarli restoranda konuşmalarımızın hararetlendiği bir gün, “ama demişti Ahmet İncil değiştirilmiştir ancak Kuran Allah tarafından korunmuştur, Kuranda 6666 ayet vardır ve bu sayı hiç değişmemiştir!”. Nazım’ın deyimiyle “bu sözler duyulur da durmak olur mu?” Tamam! Durmayasına durmayalım da 12 sözcükten oluşan ve tümü yanlış bu tümcenin düzeltilmesine önce neresinden başlayalım?

Kur’anda 6666 ayetin hiç bir zaman var olmadığından mı? İncil’in değiştirildiğinin söylenebilmesi için karşılaştırılabilecek değişmemiş bir orjinal incil olması gerektiğinden mi? Aynı Allahın Kur’an’ı koruma altına alıp, İncil’i bir kenara atmış olmasına inanmaktaki akıl dışılıktan mı? İncil, İsa’nın eylem ve söylemleridir diyen bir din anlayışında, değil dört, yüzdört incilin bile olabileceğinden mi?. Bu yüzden incili, ille de benzetmek gerekiyorsa belki islamiyetin hadis kitaplarına ve sünnetlerine benzetilebileceğinden mi?. İncillerin birbirlerinden farklı olmalarından daha doğal bir şey olamayacağından mı? DEVAM YAZ. 325 İZNİK KONSİLİNİ VE DİĞER EKÜMENİK TOPLANTILARI YAZ. İNCİLLERDEN ÖRNEK VER

Her Türk her şeyi bilir(!) ve onun için her konuşma aynı zamanda küçük bir “muharebedir”. Muharebeler kaybedilebilir ama savaşı kazanmak gerekir güdüsüyle her daim farklı cepheler açar. “Bok altında kalır laf altında kalmaz” deyişini sanki matah bir şeymişcesine haklı çıkaracak yeni girişimlerde bulunur. Gerekirse konuyu değiştirir. Ne kadar anlatırsan anlat, o sadece kendi bildiklerinin doğruluğunu savunur. Çok sıkışırsa “sen ne söylersen söyle, anlattıkların benim anlayabilmemle sınırlıdır” der; bu halin ulu orta söylenmemesi gereken, aslında utunılacak bir durum olduğunu dahi düşünemeden, sonu çıkmaza giden yeni bir yola girer. “Denizi testiye dökersen ne alır?/ Bir günün kısmetini” diyen Mevlana'ya nazire yaparcasına kabahati testiye değil de denize yükler. Çok değil de çok çok sıkışırsa, sizi dinsizlikle suçlar. Ona göre “dinli” olmak insanlığın olmazsa olmaz koşuludur. DİN’in zorunluymuşçasına tanımlanmasına dair ilave yap.



Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Yusuf abi yukarıda göründü. Yalpalaya yalpalaya bize doğru yürüyordu. Belli ki kafası kıyak. Ahmet yanımızdan sesleniyor: Ulaaaa Yusuf!. Gelmeeee, gelmeee . Hasan burada. Seni de dinden çıkaracak.

Konuştuğumuz kişi söylediklerimizi anlayan biriyse konuşmanın tadına doyum olmaz. Konuşmak cinsellikten daha önemlidir. Zira cinsel açlığını kendi kendine giderebilirsin ancak kendi kendine konuşamazsın. Yanlış oldu, konuşursun da görenler hakkında iyi şeyler düşünmezler. Arada iyi düşünenler olursa onlar da en iyi ihtimalle sizin tımarhaneye tıkılmanıza yardımcı olurlar. Bu arada Küçük Prens’i tekrar hatırlayalım. Her ne kadar Konuşmak anlaşmazlıkların kaynağıdır demişse de, kasttettiği farklı düşünen iki insan ya da insanla hayvan arasındaki konuşmalardır.

İncil değiştirilmiştir Kur’an değiştirilmemiştir diyen Ahmet’le yaptığımız bir başka konuşmamızda; neden dünyadaki tüm inanmış erkeklerin müslümanlığı seçmediğini, tüm kadınların ise müslümanlığı terk etmediklerini hep merak ederim demiştim. Ama dedi Ahmet: Dün gece televizyonda Bayraktar Bayraklı Hoca’yı dinledim. İslamiyetin kadınlara pek çok haklar getirdiğini, bunlardan en önemli iki tanesinin ise, kız çocukların diri diri kuma gömülme geleneğini ortadan kaldırdığını ve erkeklerin 10 kadınla evlenebilme haklarının dört kadınla sınırlandırdığını öğrendim.

Ahmete sordum: Hiç düşündün mü? Bir toplum kız çocukları öldürüyorsa toplumda erkek sayısı çok, kadın sayısı az olmaz mı? O toplumda on kadınla evlenmek isteyen erkek, on kadını nereden bulacak? Bu işte bir terslik yok mu? Bir hayli düşündükten sonra galiba haklısın dedi. Ahmete söylediklerim bunlar ve benzerleriydi ancak gazetelerimizde köşe kapmış yazarlarımızın, badem bıyıklı TV yorumcularımızın çoğu kısa zamanda ünlü olmaları, yazdıklarının ses getirmeleri sonucu olacak, bilgi birikimlerindeki eksilliğe aldırmadan diledikleri alanlarda at koşturmaya pek meraklı olduklarını hatırlayınca, Ahmetten fazla şey beklediğim kanısına vardım. Her biri birer Ahmet idi. Hatta Ahmet bile değillerdi. Zira Ahmet hiç değilse haddini biliyor. Bir daha Ahmet’in yanlışlarına vurgu yapmaya kalkmadım. Lütfen düşününüz. Üniversite sınavlarında en az puan alınarak girilen yerler genellikle iletişim fakülteleridir, buna karşın dünyayı çözümlemeye soyunmuş olanların neredeyse tamamı bu okullardan mezun olmuş gazetecilerdir. Hani biraz daha fazla puan almış olabilseler, belki bir şirkette ekonomist, bir bankada memur, bir okulda öğretmen, ödenmemiş çekleri tahsil etmek üzere icra dairelerinde koşuşturan bir avukat olacakken üniversite sınavlarında aldıkları düşük puanların yönlendirmesiyle zorunlu olarak gazeteci olmuşlardır.

İşte bu mecburi gazetecilerin yazıları ve söyleşileri öylesine sığ ki, kendilerini derya sanıp balıklama dalanlar kesinlikle tepe üstü deniz tabanına çakılma sonucu hayatlarını kaybederler.

Gazetelerin köşe yazarları da nerden çıktı demeyin. Bir yerden çıkmadılar, hep vardılar. Çetin Altan gibi hakkında iyi söz söylesem dahi “hadi oradan sen kimsin de beni takdir ediyorsun” deme hakkına sahip duayenler bir tarafa, kalanlar arasında ayakları yere basan, sağlam mantığa sahip çok beğendiğim Kürşat Bumin, SP lideri ile seçim öncesi dinci kanalların birinde katıldığı programda, türban özgürlüğü hakkında neler düşünüyorsunuz diye sorunca , derin sandığım deryaya balıklama atlayıp kafa üstü çakılan ben oldum. Düşünsenize, türban özgürlüğü diyor!. Hem türban! hem özgürlük! Kafa üstü çakıldıktan sonra hala bunları yazabildiğime göre vartayı atlattığımı anlıyorsunuzdur. Ölmedim, çünkü dinci kanalımızın yetkilileri beni hemen kanal sahibinin F tipi hastanelerinden birine kaldırdılar. CIA’nın Azraili tehdit etmesi sayesinde hayata döndüm(!).

Talimatın kimden geldiği önemli değildir. İster kul sahibi Allahtan, İster köle sahibi Adem'den gelsin. Talimat talimattır. Mutlaka uyulacaktır. Bu işte özgürlük mözgürlük yoktur. Kulların ve kölelerin dilediklerini giyebilme özgürlüğü olabilir mi? Ayrıca Kur’an, kadınlara ziynetlerinin yani “cinsel objelerinin” örtünmesini emretmiştir; saçlarını değil. Ziynetlerin örtünmesine gelince; mesele ziynetin ne olduğunu tanımlamakla çözülür. Sokakta göğüs dekoltesinin sergilediği yer ziynettir ama normal bir plajda tanganın açıkta bıraktığı alanları kimse ziynet olarak algılamaz. Günümüzde saç ziynettir diyen ve saç görünce bir tarafları harekete geçen erkek varsa sorunun çözümü saçları örtmekte değil, o erkeği tımarhaneye kilitlemektedir.

Ey türban savunucuları! Siz bu işi Allahtan iyi mi biliyorsunuz ki örtünmek özgürlüğünden söz edebiliyorsunuz. Allah, yarattığı kullarını iyi tanıyor. Kullarından dişi olanların doğalarında ziynetlerini sergileme eğilimi olduğunu biliyor, onların örtünmesini istiyor. Peki siz neye dayanarak “örtünme zorunluluğunun” adına “örtünme özgürlüğü” diyebiliyorsunuz.

Zemherinin ayazında mini etek giyen dişi kullar vardır amma! Eminim şık görünmek arzusuyla kısa pantalon giyen erkek kullarla karşılaşan hiç olmamıştır.. Örtünmek kadın doğasına aykırı iken örtünmenin özgürlüğünden nasıl söz edilebilir? Ve en önemlisi, kadın doğasına aykırı bir davranış biçiminin insan haklarına aykırı olmadığı zımni olarak da olsa nasıl savunulabilir! Güzel görünme dahil olmak üzere insanlar bazı doğal davranışlarına ket vurabilirler ama, bu durum özgürlük sözcüğü ile ifade edilmez. Olsa olsa feragat denebilir. Yani bir müslüman kadın: Güdülerim gereği sergilemekte olduğum ziynetlerimi bundan sonra sergilemeyeceğim diyerek rızasıyla örtünmeyi seçebilir. Razı olmak, rıza göstermek eylemlerinde asla özgürlük yoktur. Bir korku karşısında boyun eğiş, bir güce teslimiyet vardır.

Zevksizlik ancak çok parayla satın alınabilir mealindeki görüşüme katılıp katılmadığınızı bilemiyorum; fikrimi doğrulayan bir olayla yakın zamanda tekrar karşılaştım. Bir tanıdığımın oğlu nikah davetiyesini verdi. Davetiyenin boyutlarına belki inanmayacaksınız; 40x10x0.4 cm idi. Sevdiğine kavuşma gayretindeki delikanlımızın parası az olsaydı, böylesine pahalı bir çirkinliği satın alamayacaktı. Belki de Seçil ve Mehmet gibi yapacak, eskiden hemen her büro masasında yer alan, küçük bir plastik tablaya takılı iki eliptik metal parçası üzerinde hareket eden takvim yapraklarında, nikah günlerini gösteren yaprağı koparacak, el yazısı ile üzerine davetiye metnini yazacak, fotokopiyle çoğaltarak davet edeceği kimselere dağıtacaktı. Ve böylelikle hani Nobel Davetiye ödülü dağıtılıyor olsaydı kesinlikle ödülü kazanmış olacaktı. (Söylemeden de edemeyeceğim bu Mehmet’in bence müthiş buluşuna Seçil ne dedi hiç haberim yok.)

Üyesi olmamız halinde bizi bu tür görgüsüzlüklerden arındırırlar beklentisiyle genel olarak karşı olduğum AB’ye ara sıra evet demek geliyor içimden. Düşünsenize! Paramızla “bok kanalı” pardon kokoreç yememize bazı sınırlamalar getireceklerini söylüyorlar. Olur ya! 40 cm uzunluğunda davetiye basılmasını da engellerler belki.

Sonra birden Anna’nın “sen nasıl AB yandaşı olursun” diyen sesini duyuyor ve utanıyorum. Mor odada doğan Anna Komnena 900 yüzyıl öncesinden sesleniyor, bizleri adam etmelerini umuduğum insanların latin köpekler olduğunu, onların bana verebilecekleri insanlık dersi olamayacağını hatırlatıyor, ne Araptan ne Acemden, ne Latin’den ne de melez ABD’den alabileceğin şeyler vardır diyor. Anna’nın Arabı, Acemi, Latini bilmesini anladım ama ABD’yi de bilebilmesine anlam veremedim. Kendisinden 700 yıl sonra ortaya çıkan ulusu nasıl bilebilir. Galiba dedim Anna’nın bana seslendiği falan yok, anlaşılan zamanlar arasında kaybolmuşum. Belki de halusinasyon görüyorum. Anna tekrar sesleniyor, ben diyor yaşayan bir ölüyüm. Senin canlı benim ölü olduğum üçüncü milleniumdaki dünyayı okuyamamana şaşırıyorum! beni sen anlayamazsan kim anlayabilir diyor?

Öylesine bön bön baktığımdan olacak bir şey anlamadığımı hissetmiş ki kulaklarını iyice aç ve beni dinle; ama öncelikle anlamana yardımcı olacağını düşündüğüm bazı bilgileri belli ki iletmem gerekiyor dedi ve açıklamaya başladı. Bilinenin aksine Roma imparatorluğu, Bizans imparatorluğu, Osmanlı imparatorluğu adları verilerek yapılan betimlemelerin tümü hatalıdır. Aslında ve gerçekte İmperium Romanum I, İmperium Romanum II, İmperium Romanum III, İmperium Romanum IV var olmuştur. İngiliz imparatorluğu, Cengiz imparatorluğu gibi bazı adlandırmalar varsa da onların emperyal özellikleri olan ama orbis romanum hüviyetini taşımayan, geniş arazilere sahip büyük devlet olmaktan öte vasıfları yoktur. Anlatmaya devam etti. Anna haklı. AB kim oluyor? Ben Anadoluyum. Arabamın arkasına AB’ye hayır ABD’ye de! tabelasını koymakla çok doğru yapmışım. Anna uyarmasaydı bunları düşünemezdim bile. Sadece 200 kişiyle tüm güney amerikayı kılıçtan geçiren barbar Cortez’in Latin olduğu, torunlarının bugün bize AB adı altında medeniyet satmaya çalıştıkları nereden aklıma gelebilirdi ki? Keza Bizans tarihçileri de barbarlardan söz ederken daima batıda yaşayan uluslara işaret etmemişler miydi?

Çoğunluğunu Selçuklu’dan bir kısmını Bizans’tan devir aldıkları Anadolu halklarını tam 600 yıl koyun misali “anadolu ağılına” kapatan Osmanlıyı, namı diğer üçüncü Roma’yı istemeden olsa da yaptığı bu hatasından dolayı affedemiyorum. Osmanlı ne Bizansın mirasçısı olmayı hakkıyla becerebildi ne de Anadolu medeniyetlerinin kıymetini bilebildi. Avusturya Macaristan İmparatoruna “sen de kim oluyorsun, dünyada tek imparator var o da benim “ mealinde bir mektup gönderen Kanuni Sultan Süleyman , “müslim, gayrımüslim Osmanlıların Acemlerle evlenmesi yasaktır” kanunnamesini yayımlayan Mehmed Reşad örneklerinde olduğu gibi tek tük yerinde çıkışlar yeterli olamamıştır anadolu halkının bilinçlenmesine. O yüzden bu halk bugün AB’nin eline bakmaktadır.

Anna haklı. Zorunlu olarak AB karşıtı olmalıyım.

Ürettikleri araçların arkasına, bu araç otomobil değil ama secaat arz ederken sirkatin söyleyen merd-i kıpti’ye nazire yaparcasına (sen) OTOSAN yaftasını perçinleyen bir büyük holdingimiz AB yanlısı iken ben nasıl AB’ye hayır demem.

Anna hala yaşıyor galiba. Uykumun geldiğini sezmiş olmalı. Aman ha! Belki unutursun İbni Fadlan’ı ve nasıl oruç tuttuğunu da mutlaka yaz dedi. Arkasından ben biliyorum ama okuyucun da bilmeli demeyi ihmal etmedi. Sanki bilgisayarın karşısına oturmadan önce Mustafa ile konuştuğumu biliyordu. Zira Mustafa’ya İbni Fadlan’dan söz etmiştim.

Mustafa; Biz Arabistandaki gibi bir müslümanlık istemiyoruz demişti, menzil gurubuna yakınlık duyuyordu ancak farkında değildi ki, menzil gurubu ve diğer tüm şeyhler, şıhlar anadolu müslümanlığı yerine arap müslümanlığı getirmeye çalışıyorlar. Sen karşı olduğunu söylediğin arap müslümanlığının Türkiyeye yerleşmesine alet oluyorsun dedim. Hayır asla! dedi. Peki: seninle yaklaşık 20 yıllık arkadaşız. Sizin evinize misafir olarak gelsem bu adam namahrem diyerek eşin, annen, ablan, kızkardeşin benden kaçar mı diye sordum. Kaçmaz dedi. O zaman sana Arap gezgin İbni Fadlan diğeri Maxim Rodinson’dan alınma iki olay anlatayım, ne tarafta olduğuna kendin karar ver dedim.

Önceliği Fadlan'a verelim. Kadınları erkeklerinden ve diğer erkeklerden hiç kaçmazlar, keza kadın hiçbir insandan kaçarak bir yerini örtmez. Bir gün birinin evine misafir olarak inmiştik, hep beraber oturuyorduk, erkeğin karısı da bizimle beraberdi. Kadın konuşurken fercini açtı ve kaşıdı; biz de kadına bakıyorduk; onun bu hareketi üzerine, yüzümüzü kapadık ve estağfirullah dedik. Bunun üzerin kadının kocası güldü ve tercümana : “ Onlara de ki, sizin huzurunuzda biz onu açarız siz de onu görür onu korursunuz ve bir kötülük yapamazsınız. Bu şekil onu örtmekten daha iyidir” dedi.

Maxim Rodinson: Olay büyük bir kargaşalığa yol açtı. Araplar hakkında Carlo Levi’nin Lucania köylüleri için söylediklerini aynen tekrarlayalım. “ Aşk ya da seksüel istek köylülerin gözünde o kadar güçlü bir tabiat kuvveti ve itilme olarak kabul edilir ki, hiçbir iradenin bu itilmeye karşı duramayacağına inanılır. Eğer bir erkekle bir kadın beraberseler, gözlerden ırak ve başbaşa kalmışlarsa, sevişmelerine hiç bir şey engel olamaz. Ne ölçüde kararlı ve iffet düşkünü olursa olsunlar mutlaka birleşirler ve eğer birleşmemiş bile olsalar, birleşmiş kabul edilirler. Burada sözü edilen olay Hz.Aişe-Safvan dedikodusudur.

Kafası karıştı Mustafanın, Bir kadının biryerlerini uluorta kaşımasını doğru bulmadı ama bir erkekle aynı mekanda kalmış olmasından “mutlaka yatmışlardır” sonucunun çıkarılmasını da hiç benimsemedi. Benimsememekte haklısın dedim. Anadolu müslümanı kadın, herkesin arasındayken fercini kaşımaz ancak erkeklerden de kaçmaz!

Artık anadolu islamı ile Arap islamı arasındaki farkın ayırdına varmıştır; namahrem kavramının doğuş nedenini anlamıştır diye düşünürken “ama bu anlattıklarının namahremle ne ilgisi var” var sorusunu yöneltince, bilgi aktarmakta yeterli olamadığımı idrak ettim. Belli ki Mustafa’nın karşısında adeta yeni bir şeyh konumunu üstlenememiştim. Mustafa’nın şeyhi olabilseydim sorgulama yapamazdı, dediklerimi aynen ve doğru olarak kabul ederdi. Belli ki şeyhini dinlerken nasıl kullanamıyorsa aklını, beni dinlerken de kullanamıyordu. Yeniden anlatmayı denemeliydim. Faydalı olur umuduyla kısa tümcelerle ifadeyi sectim

İbni Fadlan’dan yaptığım alıntıdaki Türk kadınına ...

Arap toplumunun adetlerini...

Kabul ettiremezsiniz...

Kabule zorlarsanız...

Sonunda...

Daracık uzun eteğine üzerine türban takan...

Ruj, oje, allık kullanan...

Kaşları kalemle çizilmiş...

Kara çarşaf altına g-string giyen...

Herkese açık parkta...

Erkek arkadaşının kucağına oturan...

Doğasına uygun ama...

İslamın kadına biçtiği yaşam tarzına uygun olmayan...

Eylemlerde bulunan kadınlar yaratırsınız...

Sonra kalkar...

Müslüman kadına yakışmadı dersiniz...

Kabahat kimdedir?...

Kadın doğasını bilmeyen sizde mi?...

Yoksa Arap kültüründe mi?...

Eğer Peygamber...

Evlatlığı zeyd’in evine gittiğinde...

Zeyd’in çok güzel olan karısı zeynep

Yarıçıplakken kapıyı açmamış olsaydı...

Zeynep’i o haliyle gören Peygamberde...

Zeynep’e yönelik duygular oluşmasaydı...

Bu duygudan sakınmak üzere Peygamber ...

Allaha yalvarmamış olsaydı...

Olayı duyan Zeyd...

Peygamber lehine karısını boşamamış olsaydı...

Akabinde...

Allah katında Peygamber ile Zeynep’in nikahının kıyılmış olduğu...

Azhap 37. Ayetle bildirilmemiş olsaydı...

Nihayetinde Peygamber Zeynep’le evlenmemiş olsaydı...

Belki de namahrem kavramı...

Eski bir arap geleneği olarak kalır...

İslam inanç sisteminde yer almayabilirdi...

Belki bu yüzden...

Benim eve gelip gidenler ile...

Karım Ayşe arasında...

Zeynep’le aramdakine benzer bir ilişki doğabilir kaygısıyla

Sanırım haklı olarak...

Evde olmadığı zamanlarda...

Müminlerin eve gelmelerini...

Yasaklamazdı...

Ve “namahrem” kavramı yeniden doğmazdı.





...İnsanın akıl yürütmeye kalkışmadan dinsel konularda söze boyun eğmesi, bu söz dinlemeye karşılık öbür dünyada ödüllendirileceği doğrudur elbette. ... Ama gene de O’nu (Tanrıyı) anlamak olanaksız ise, insanın anlamadığı şeylerden sorumlu tutulması ne kötü derken ne kadar da doğru söylüyordu Dostoyevski.

Bir türlü anlayamadığım gayretlerden biri de kadın erkek eşitliğinin sağlanması için gösterilen cabalar ve yazılan yazılardır. AKM’deki bir resim sergisini görmeye giden grubumuzdaki kızlara asansör kapısını açıp binmeleri yönünde reverans yaptığım zaman; neden kapımı açıyorsun? ben özürlü müyüm demişti Ulufer. Çok hoşuma gitmişti bu tepki. Ulufer özürlü değildi. Kendi kapısını açabilirdi.

Bundan sonra kadınlar hakkında bir şeyler yazmaya çalışacağım. Eğer bir kadın okuyucu bulursam sen kadınları hiç tanımamışsın demesin diye yaşadığım bir olayı öncelikle anlatmam gerek. Bir arkadaşıma doğum günü hediyesi almam gerekiyordu. Onlarca kravatına bir yenisini eklemeyeyim düşüncesiyle farklı bir şey bulmayı denedim. Suadiyede ünlü bir giyim mağazasının alt katında sıra dışı şeyler satıldığını biliyordum. Oraya gittim. Uygun ve farklı bir şey aranırken gözüme bir kitap ilişti. Kitabın adının “Erkeklerin Kadınlar hakkında bildikleri” olduğunu görünce hemen alıp incelemeye koyuldum. Kitabın ilk sayfası boştu. Bembeyaz bir sayfa. Olabilir dedim. Bazı kitapları böyle basıyorlar. Derken ikinci sayfasına baktım, a aaaa! O da boş. Üçüncü, dördüncü, kırkıncı, yüzüncü, dörtyüzüncü sayfaları da bembeyazdı. Kısaca kitap baştan sona beyaz yapraklardan oluşmuştu. İyi bir okur olarak diyebilirim ki şimdiye kadar okuduğum kitaplar içerisinde kendisini en iyi ifade eden kitap bu kitaptı. Erkekler kadınlar hakkında kitap yazmaya kalktıklarında böylesine sayfalar dolusu şey yazabilirler ama yazdıkları arasında okunacak bir tek harf bile yoktur. Tabii kadınlar hakkında yazan Einstein ise onun söyleyecek bir kaç lafı olabilir. Dünyada kaç einstein yaşamış ki “ bazı insanlar kadınları anlamaya çalışır, bazıları ise daha basit meseleleri, örneğin görelilik ‘kuramı gibi’” diyebilsin. Ama ben Einsteinden daha akıllıyım ya(!). Öyle yok görelilik kuramı, yok birleşik alanlar gibi basit şeylerle uğraşmam kadınları anlamayı gayet iyi beceririm. Einstein anlamamış ama ben şıp diye çözüverdim. Her şeyden önce kadınlar asla hata yapmazlar. Hatalı gibi göründükleri hallerde aslında erkeklerin yamukluğu söz konusudur. Tıpkı evliliklerinde olduğu gibi.

-Kadınlardan hoşlanır mısınız, Prens?

-Hayır!

-O halde budalanın tekisiniz.

Diyen Dostoyevski’nin nasihatlerine özellikle dikkat kesilinmesini ve “bir erkeğin haddini ancak ve sadece bir kadının bildirebileceğinin” gözden uzak tutulmaması gerektiğini aklımızdan çıkarmayalım.

Belki de bu yüzden canlıların sınıflandırılmasında arıza var. İnsan, hayvan gibi ana iki başlık fazla genel oluyor. Sanırım sınıflandırmayı Erkek, kadın, hayvan ya da kadın, erkek, hayvan şeklinde yapmak gerekebilir. Buna bile (ve sanırım) kadınların çoğu itiraz eder, kadın, hayvan, erkek şeklinde bir skala önerirler Erkek maymunların dişilerinden ne kadar farklı olduklarını bilmiyorum ama, bu konudaki vargımı açıklamam gerekiyor. Bir erkeğin bir kadınla olan ortak yanları, inanıyorum ki bir erkek maymunla olan ortak yanlarından daha azdır. Hani maymunlar biraz futbol takip etseler biraz da kafa çekip ülkelerini kurtarmaya ve düzeni sağlamaya, bu uğurda Beyazıt Meydanında bir kaç gorili sallandırmaya kalksalar, biz erkeklerden hiç farkları kalmayacaktır. Olur ya bir de “maymun şeyh” bulup nezaretinde iki zikir patlatsalar erkeklerin önde gideni olmamaları için hiç bir neden kalmaz.



Mutfağa dahil ettiğimiz balkonun zeminini parke döşedik. Parkeyi döşeyen usta, balkon zemini ile mutfaktaki fayans döşeme arasında geçişi sağlamak üzere ahşap bir çıtayı silikonlayarak yapıştırdı. Üzerine ağırlık koymamız gerekir deyince aklıma kitaplarım geldi. 14 ciltlik Avrupa müzeleri, 8 ciltlik istanbul ansiklopedisi, 10 ciltlik Elmalılı Hamdi Yazır tefsiri, kalınca 8 sözlüğü çıtanın üzerine koydum. En üste Bir Tutkudur Trabzon’u ekledim. Roma-Bizans ve Osmanlı imparatorlukları tarihleri ile Anadolu Uygarlıklarını da ilave edince zavallı çıtanın yapışmaya karşı olan tüm direnci kırıldı. Belli ki iyi bir gözlemci(!) olan parke ustası da “Oooo ! Mükemmel oldu; kitaplar bayağı işe yarıyormuş” dedi. Şimdi düşünmenizi rica ediyorum, tabii eğer aklınızı bir şeyhin emrine vermemiş ve onu kullanmayı hâlâ biliyorsanız, kitaplara bakış açısından antika Kuran’ın sayfasını üfleyen Sabancı ile parke ustası arasında fark var mıdır?

Süleyman başta Bektaşilik olmak üzere tarikatlar ve farklı inanç sistemleri üzerinde araştırma yapmaya pek meraklı. Ha bire anlatıyor. Ara sıra bir şeyler söylediğimde, söylediklerimi hemen onaylıyor ve anlatmaya devam ediyor. Çok dolu olduğunu fark ediyorum. Süleyman şu anda Mevlananın deyimiyle Kitap Yüklü Eşek gibi (buradaki eşşeklikten alınmamak gerek, hepimiz eşeğizdir de farklarımızı taşıdığımız yükler belirler, kimi kitap, kimi para, kimi kum taşır; kimi sevgi, kimi kin ve kıyısından köşesinden biraz bilgi.) Ya da Dilipak benzeri ki sırtında her şey vardır. Süleyman yük taşıyor olsa da yük olarak taşıdığı kitaplar (iyi ki kitap, kum da olabilirdi) ona sırtındakileri başkalarıyla paylaşmasını öneriyor, Paylaşmaz ve yükünü azaltmazsan yeni kitaplar yüklenemezsin diyor. Dolu dolu konuşmasından anlıyorum ki, sırtından indirdiği yüklerin kıymetini bilen nadir ambarcılardan biriyim. Ve Süleyman da biliyor ki yükünü indirdiği ambarımda kitaplarına gereken önem verilmektedir.

Geçen akşam gene dolu halde Beylerbeyine geldi. Belli ki yükü taşıyabileceği ağırlığın ötesine geçmişti. Tahliye şarttı. Yüklerinin bir kısmını indirdi. İşin hoş tarafı, beni Bektaşi sanıyordu. Olmadığımı daha önce söylemiştim. Sanırım bir insanın tanımlanabilir ya da adlandırılabilir bir görüşün yandaşı olmak zorunda olduğuna, benim de bir yola aidiyetim olması gerektiğine inanıyor. (Tıpkı Suat’ın inanç dışı söylemlerimden yola çıkarak beni Hristiyan olarak adlandırması gibi.) Belli ki beni Bektaşiliğe uygun görüyor. Değil mi ki, gündüz oruç tutup iftardan sonra şarap içmiş biriyim. Oysa dünyada tek bir Bektaşilik yoktur, ne kadar Bektaşi varsa o kadar bektaşilik vardır.

Konuşmalarından, henüz ortada bir “süleymanca’nın” olmadığını anlıyorum. Ağzından çıkanlar sözler sana ait değil diyorum. Haklısın diyor. Süleyman fikir üretmeğe başlamadığı sürece kitap, yük ve eşek üçlemesinin dışına çıkamaz . Süleyman sürekli aynı konularda kitaplar okumayı bir yana bırakıp farklı konulara da yönelmelidir. Aksi takdirde skolastik felsefe öğretisinin batağına saplanır; yani Orhan Hançerlioğlu’nun tanımıyla: “Belli bir konuyu incelemek demek, o konuda Aristoteles’in ne yazdığını okumak demektir. Daha derin bir inceleme, Aquinolu Thomas’nın Aristoteles’in bu yazısı üzerine ne yazdığını okumak demektir. Bilimsel bir incelemeyse Aristoteles’in ve Aquinolu Thomas’ın yazılarını tekrarlayan üçüncü bir kitabı okumak demektir .” mantığını ve Cengiz Bektaş’ın deyişi ile : Benim oğlum bina okur/Döner döner yine okur’ un Süleymana uydurulmuş şekli olan Bizim sülo Din’i okur/ Döner döner yine okur açmazını aşamaz.

Kitap seçerken farklı konulara yönelimin yönü pek çoktur kuşkusuz. Bildiğim yollardan biri tanrıları tiye alan yazarların yazdıklarını da eşelemektir. Örneğin Samsatlı Lukianos’un Seçme Yazıları bu iş için biçilmiş kaftandır. Ya da okumayı bırakıp, şimdiye kadar okuduklarını akıl imbiğinden geçirmeyi deneyebilir.

Süleyman aklını kullanmayı kenara koyup kimin hangi konuda ne dediğini okumaya devam ederse bir süre sonra aklını da kullanamaz hale gelebilir. Tarikatların ve şeyhlerin yaptığı da kısaca budur. Aklı kenara koydurmak. Şeyhe ve yoluna teslim olmak!. Teslimiyet bir kez gerçekleşirse artık kurtulmak olanağı kalmaz. Ancak mutlak bir gerçeği de yazmadan geçmeyelim: İnsan salt aklı kullanarak bir yere varamaz. Aklın kullanılması bilgi temeline dayanıyorsa işe yarar. AHMET GAZALİYİ İLAVE ET.

Geçen akşam Türklerde tek tanrı inancının çok eski olduğunu söyledi ve yanılmıyorsam eskiliğini onyedibin rakamıyla ifade etti Süleyman. Muhtemelen doğrudur ve öyle de olması gerektir. Zira uzun süre aynı inanç sistemiyle yaşayamaz insan. Adı üzerinde inanç akla aykırıdır. İnsanlar aklını kullandıkça Tek Tanrı, Çok Tanrı, Yok Tanrı ve yeniden Tek Tanrı, Çok Tanrı, Yok Tanrı üçlemesini tekrar tekrar yaşamak zorundadırlar. Günümüz her şeyi yoluna koyan(!) tek tanrı dönemidir. Devamında Yok Tanrı dönemi gelecektir. Geldiğinde ve egemen olduğunda Velikovsky’nin dünyaları tekrar çarpışmazsa Tanrılar bir daha geri gelemeyecektir.

Görme kusuru oluşması ortak yaşama ihanetin başlangıç evresidir. Gözde gelişen kusur gözün bedene ihanetidir.  Beyinde gelişen kusur eşlerin  ihanetinin ilk basamağıdır.

Bir tanıdığımın yazdığı romanların imza gününe katılmıştım. Davetli olmadığı halde hazır bulunanlardan biri ikide bir söz alıp konuşmayı şiir üzerine yönlendirdi. Katılımcılar arasında bulunan Marmara Üniversitesi Edebiyet fakültesinde öğretim görevlisi olan karı-kocanın dikkatini çekmeyi başardı. Sözün kısası şair olduğunu şiirlerinden birinin varlık dergisinin o ayki sayısında yayınlandığını söyledi. Ertesi gün varlık dergisini aldım. Davetsiz şairimizin Eylül isimli şiirini okudum. Şiirden aklımda kalan tek şey: Şairin “Küllerinden doğa doğa doğacak külü kalmadı” mısraını kullanabilmek amacıyla şiir yazdığı olmuştur. Şaiirimiz bana Necip fazıl Kısakürek’i anımsattı. Ne zaman Sakarya Türküsünü okusam, sanki her beytin birinci mısraı laf olsun diye yazılmıştır, asıl olan ikinci mısradır. Ya da, şiirin tümü tek bir söz söylemek ereğiyle kaleme alınmıştır. Diğerleri süslemedir.Yanlış anlaşılmasın Amacım Necil Fazıl’ı eleştirmek falan değil,haddime mi düşmüş. Yoksa Affet isimli: Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten/Affet senden habersiz aldığım her nefesten, oluşan iki mısralık şiirinden başka hiç şiir yazmamış olsaydı da, kanımca yine büyük şair olarak anılırdı. Sakarya Destanı adlı şiirinde “din” imgesinde boğulur gibi oldu diye düşünmüştüm, işte onu yazayım dedim. Hani belirli bir konuda yazmaya karar vermek sanki şairin duygularına ket vuruyor ya, tıpkı Bach’ın 1 No’lu Do Minör konçertosu üstüne Nazım’ın yazdığı şiir gibi. Eğer konçertoyu daha önce dinlemişseniz o şiirde konçertoyu bulmak için uğraşırsınız, bel ki de bir nebze bulursunuz. Oysa Mavi Liman’ı böyle mi Nazım’ın. Çınarlı kubbeli mavi bir liman dizesini okuyunca aramanıza gerek kalmadan İstanbul size seslenir; “hiç bir şair böylesine kısa ve öz tasvirimi yapmamıştı der”. Betimleme yeteneğinin doruğa ulaştığı, imgelemin sözcüklerle anlatılabilmesine en iyi örnek sayılabilecek Kaptan’ı yazan Nazım, neden Do Minör Konçerto üzerine şiir yazıyor ki?

Madem ki haddimi aşan laflar etmeye başladım. Biraz daha sürdüreyim. Hem gırgır olur, güleriz. Bir kaç arkadaş gecelerden bir gece demlenip yurdumuzun sorunlarını konuşurken, nereden geldi aklıma bilemiyorum ama, Yıldırım Gürses Osmanlı Müziğine, Neşet Ertaş Halk Müziğine, Erkin Koray Türk popuna arabesk bulaştırdıkları için Nasyonal Kültür Mahkemelerinde(!) gıyaben yargılanmalıdırlar demiştim. Nejla hemen söze giriverdi. Haklısın ancak Timur Selçuk’u atladın dedi. Timur Selçuk’u hiç sevmem, bende İstanbul Oda Orkestrasıyla yaptığı bir CD çalışması var. Onda da Timur Selçuk besteci değil, şef olarak bulunuyor dedim. Neden atladığımı sordum. Dedi ki: Düşünsene 70’li yıllarda gençliği kasıp kavuran besteleri neden 30 yıldır yok. Beethoven’ın duyması iyice ağırlaştığı halde dahi beste yapmayı sürdürdüğünü hatırlasana, eline fırça almaya 30 yıl ara vermiş ressam, yontu aletlerini kenara atan ve 30 yıl onlara dönüp bakmayan heykeltraş duydun mu?. Hiç duymadım dedim. Babası yazıyordu tüm o güzel şarkıların bestelerini dedi. Aklım yatmadı da değil.

Biliyorum parasına kıyıp kitabımı alan okularım arasında “amma da attın ha!” diyenler hayli çok olacaktır. Yukarıda adını zikrettiğim insanları aslında hiç eleştirmediğimi sadece durum tespiti yaptığımı düşünmeden, sırf onlar için hoş sayılmayacak sözler söylemiş olmam nedeniyle “mutlaka eleştiridir” önseliyle “sen kim oluyorsun da onları eleştiriyorsun” diyenler bulunacaktır. Koca Mevlana bilmem hangi “hisse’yi” anlatmak için: hizmetçisinin garip hareketlerinden kuşkulanan Hanımın hizmetçiyi takip etmesini, hizmetçinin ahıra gidip eşeğin altına yatmasını, bir süre sonra rahatlamış halde ahırdan çıkmasını, hizmetçiye öykünen hanımın da eşeğin altına yatmasını, eşeğin günümüz moda deyimiyle ve “eşşekliğinden olacak” orantısız güç kullanması sonucunda hanımın yaşamını yitirmesini, eşeğin altında hanımının cansız bedenini bulan hizmetçinin “a hanımım!” benim yaptığımı yapmak istedin ama bu işi yaparken eşekle arama kendi ölçülerime göre seçilmiş ve ortasında delik bulunan bir kabak koyduğumu bilemedin dediği “kıssa’sını” seçerse ben de onu eleştiririm. Tamam anladık onlar çok büyük insanlardır ancak kusursuz değillerdir. Üstelik (daha önce mi sonra mı? hatırlayamıyoum!) dedim ya! “eleştiri herkesin, takdir en iyilerin hakkıdır.” Bir taraftan “insan düşünen hayvandır” deriz, diğer yandan düşünmemizi engelleyen şeyhlerin elini öperiz.

Eğer bir insan varsa, eğer onun biraz aklı varsa, ve eğer aklını biraz kullanabiliyorsa “zina’nın” ispatı için dört şahir gereklidir diyen islam kökenli öğretinin nedenini sorgulamaz mı? Bırakın dört şahidi tek şahit önünde de olsa, hadi zinadan vaz geçtim, yasal bir ilişki olabilir mi? Zina yapanlar Bu olmayacak birDEvAM YAZ.

Briç bir kağıt oyunudur ama diğer oyunlara hiç benzemez. Briçle mukayese edilecilecek tek oyun satrançtır ancak, bu karşılaştırmada ben E.A.Poe’nun Morg Sokağı Cinayeti isimli öyküsünün girişindeki briç üzerine tiratına aynen katılıyorum ve briçin tartışılmaz üstünlüğünü kabul ediyorum. Briç masasında oturanların bilgisi, becerisi, gözlemleri, çözümleme ve sentez yeteneği, karakteri ortaya konulur. Dört oyuncudan biri kendine göre doğru bir şey söylediğinde ve ya yaptığında doğru söylemişse/yapmışsa onaylanır, yanlışı anında önüne konur. Kısaca herkes en doğruyu kendisinin bildiğini sanır ama doğru tektir ve ispat edilerek gösterilir. Bu kolaylığı, yaşamın diğer alanlarında pek bulamıyız.

Kadim dostlarımla oturmuş laflarken Osmanlılar üzerine yapılan bir tartışmada benim fikrimi sorduklarında, biraz beklemelisiniz, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik Ve Sosyal Tarihi isimli muhteşem bir kitap aldım, okuduktan sonra Osmanlıyla ilgili sorularınızdan bazılarına cevap verebileceğim dedim. Kemal hemen atladı ve kitabın yazarını sordu. Halil İnalcık ile Donald Quataert deyince; haaaa! iyi dedi (eminim İnalcık’ı duymuştur da Quataert’ten haberi yoktur). Kitabın yazarını duyunca onay vermesindeki (çok sevdiğim, oldukça akıllı bir arkadaşım ama yaptığını tam olarak açıklayabilen ‘bulabildiğim en hafif sıfatı’ kullanmak zorundayım) patavatsızlığa karşı ne diyeceğimi bilemedim.

Burada haddini bilmeyen arkadaşıma karşı yapabileceğim bir şey, diyebileceğim bir söz yok. Öğrenci ya da akademisyen olmayan, yaşamını bir şeyler satarak kazanmaya çalışan biri, 700 yıl önce kurulmuş, 80 yıl önce çökmüş bir imparatorluğun popüler ve magazin yanları yanında 900 sayfalık ekonomik ve sosyal tarihini okuyorsa , o okuyucuyu onaylamak için hiç değilse iyi bir osmanlı tarihçisi olmak gerekir. Aksi halde, takdir dahi hakaret sayılır. Bu patavatsızlığı yapan konuşmacıya briç masasında olduğu gibi doğruları anında gösteremezsiniz. Ve belli ki kimseye had bildirilmez, had ancak bilinir. Patavatsızlık ve densizlik iflah olmaz bir illettir. Örneğin yeni mezun bir orkestra şefinin Zubin MEHDA’nın yönettiği bir konserden sonra kulise gitmesi ve “Aferin” demesi patavatsızlık değilse nedir? Herkes eleştirebilir ama “Takdir en iyinin tekelindedir.”





Neden İnsanlar yakınlarını anlamak ve tanımak için hiç zahmete katlanmazlar. Onların sahip oldukları değerleri bulmaya çalışmak yerine ha bire kendi önemlerini vurgulamaya gayret ederler? Bu soruya hala bir yanıt bulabilmiş değilim. Sürekli zamparalıklarını anlatan bir tanıdığım, yaklaşık 25 yıl önce eski adıyla tandır restoranın önünde Renault 5 model aracından inen ve kolumda restorana giren kız arkadaşımı gördükten sonra bana bir daha zamparalıklarından söz etmez olmuştu.

Tahsin’in bu soruyu Hasan’a da sorayım demesine öylesine sinirlenmiştim ki doğru dürüst okumadan geçiştirmek için cevapladım ve tabii yanlış cevap oldu. Soruyu dahi anlayamamıştım. Aşağılamak maksadıyla isim belirtmiyorum, aklıma ilk gelen olduğu için zikrediyorum, bana soracağı bir soruyu benden önce Yusuf’a soruyorsa bu işte bir terslik var demektir. Bu tersliği çok ama çok yaşadığım için çoğu kez yanlışlığın bende olduğunu düşünüyorum. Herkesin rahatlıkla konuşabildiği bir dinleyici olarak ( bu etiketi çalıştığım işyerlerindeki özellikle dul hanım arkadaşlarım yakıştırmıştı) fazla tevazu mu gösteriyorum? Yoksa insanlara batıyor muyum? Anlayamadım. Tam da : Öyle ya! Herkes yanlış olamaz, kabahat bende olmalı diyorum ki, aklıma “ milyarlarca sinek bok seviyor diye sineklerin damak zevklerinin iyi olduğunu söyleyemeyiz” lafı geliyor, anında vazgeçiyorum. Neyse ki vazgeçmemdeki haklılığımı, eylem ve söylemleriyle onaylayan iki Süleyman ve bir Kemal var meydanda.

Hikmet Uluğbay’ın Petropolitik isimli kitabından bir alıntıyla yazımızı renklendirelim. Buldan bezi dokuyan küçük bir el tezgahının ürünleri istanbula gümrük vergisi ödemek suretiyle kabul edilirken, İngiltere, Fransa gibi ülkelerin ürünlerinden kısıtlı gümrük vergisi alınabildiği dönemlerde hazinesi tamtakır olan Sultan Hamid, Sadrazamını İngilterenin İstanbul Büyükelçisine (Sir O’Conor) gönderir ve gümrük vergilerinin biraz artırılmasını talep (yoksa rica mı? Bilemiyorum!) eder. Büyükelçi Londra ile gerekli görüşmeleri yaptıktan sonra oldukça ağır koşullar ileri sürer ve koşulların kabulü halinde vergilerin artabileceğini belirtir. Ancak İngilterenin arşivlerinin açılması için gerekli zaman geçtikten sonra Büyükelçi Sir O’Conor’ın hükümetine yazdığı: “...Ayrıca, gümrük vergileri oranları üzerindeki kısıtlamaların, pratik ve adalete uygun olarak sonsuza kadar devam etmeyeceği açıktır. Bu kısıtlamalar eski bir anlaşma hükümlerinden kaynaklanmaktadır ve karşılığında Türklere herhangi bir avantaj verilmemiş bulunmaktadır. Büyük güçler, bu kısıtlamaları reddetme hakkını Türklere tanımıyor, ancak bu tutum, dünyada herhangi bir ülkenin güçlükle kabul edebileceği bir hükümranlık hakkı kısıtlanmasıdır” mealindeki 28 Nisan 1903 tarihli mektubunu okuduktan sonra, sıfır gümrük vergisini öngören AB ile Gümrük Birliği Anlaşmasının imza gününü bayram ilan eden ülkemizin dimdik olmasa bile hala ayakta olduğuna şükretmeliyiz.

Babam tam bir türkü aşığıydı. Hacı Taşan, Osman Türen, Çekiç Ali, Muharrem Ertaş gibi çocukluğumun ünlülerinin plaklarını dinleyerek büyüdüm. 20’li yaşlarımda klasik olan müziklere ilgi duymaya başladım. TRT Radyo’nun saat başı haberlerinden önce yayınladığı kısa bölümler sayesinde tanıştım klasik batı ve osmanlı müziğiyle. Tatyos Efendinin Rast peşrevini de, Haydn’ın 24 nolu divertimentosunu da ilk kez TRT’den dinledim ve sevdim.

Zamanla osmanlı Müziğine daha çok yer veren TRT TV, baştan sona klasik batı müziği yayınlayan TRT 3 müzik ihtiyacımı yeterince karşılıyordu. Serde gençlik var ya, pop müzik te dinlenecek haliyle. Plak satıcısına gider, hit olmuş parçalardan oluşan kaset yaptırırdım, tEybimde dinleyerek keyfim üzerine keyif katardım. Ne olduysa TRT’nin yayın politikası değişti. Özel radyolar açıldı, TRT de onlarla rekabete girişti. Arabesk, fantezi arabesk, metal, havy metal ve daha nicelerini yayınlamaya başladı.

Power Fm’de Bon Jovi,TRT’de Bon Jovi. Olacak iş mi yani?. Blues, Jazz çok matah olsalardı en ünlü caz piyanistlerinden biri olan Keith Jarret Goldberg Çeşitlemelerinin en iyi CD kaydını yapan müzisyen olmazdı. Neden Santana’nın seceresini dinleyicilerin kafalarına mıhlayan TRT, Cem Karaca’dan habersizmiş gibi davranır. Yoksa sam Amca öyle mi emretti.

Son yıllarda tekke ve tasavvuf müziği furyası başladı. Türkiyede Türk olmayan her şeye yer var, Türk’e yok. Türk yok, Türk müziği yok, Türk resmi yok, Türk edebiyatı yok, Türk heykeli yok, kısaca tanımlanmasında Türk kelimesi olan hiç bir değere yer yok.

Dede korkut masallarına göz atarken Deli Dumrul ağamla karşılaştım. Azraile ve dolayısıyla Allaha karşı gelmenin cezasını canıyla ödemek zorunda kalınca, önce babasından, sonra annesinden kendi yerine can vermelerini istemesini, reddedilişini, durumu eşine açıklayınca, eşinin canını vermeye razı olmasını tekrar okudum. Gençliğimde yerinde bulduğum özveriyi bu defa inandırıcı bulmadım (nedeni bekar/evli farklılığım olabilir). Eşlerden birinin diğeri için canını vermeye razı olabileceğine inanamadım. Belki “can verme riski” hikaye edilseydi durum değişebilirdi. Yani Azrail Deli Dumrul’a : Yerine can vermeyi kabul edecek birini bulursan durumunu gözden geçiririm demiş olsaydı, durum bir nebze değişebilirdi. Can verme riskini üstlenen, yaptığı bu fedakarlığın azraili yumuşatacağını umabilirdi. Çok zor ama hadi olabilir diyelim. Oysa Siraküza kralının ölüme mahkum ettiği genç öyküsünde her şey daha bir oturur yerli yerine.. Herkesin (farklı anlatımlı olsa da) bildiği bir hikaye olduğuna eminim ama genç okurlar için (henüz okumamış olmaları olasılığını dikkate alarak) Siraküza Kralına dair meseli anlatalım.

Siraküza Kralının adaletsiz ugulamalarına karşı olan genç, krala suikast düzenler ancak amacına ulaşamadan yakalanır ve idam cezasına çarptırılır. Zindanda idam gününü bekleyen gence kızkardeşinin evleneceği haberi gelir. Krala haber gönderir durumu açıklar. Kız kardeşinin mutlu gününde bulunmak istediğini belirtir; düğünden sonra geri döneceğine ve idamını bekleyeceğine söz verir. Siraküza kralı, yerine birisini bırakması ve üç gün içinde dönmesi koşuluyla talebini kabul edeceğini bildirir. Arkadaşı, suikastçi gencin yerine zindana girer; kızkardeşinin düğününe giden gencin idam gününe kadar döneceğinden kuşkusu yoktur.

Bu bölümü arkadaşı yerine zindana giren gencin ağzıyla yazalım. Eğer arkadaşın güvene layık değilse, bu yalnızca onun kusuru değildir. Güvenin kötüye kullanılması, kullananın yanında kullandıranın da kusurudur. İnsan yalnızca arkadaşını ve eşini kendi seçer. Anne, baba, kardeş ve diğer akrabalar eş seçiminin olağan sonuçlarıdır. Eş seçiminde ise cinsel uyum ve cazibe her şeyden daha fazla ağırlıklıdır. Babanız annenizi değil de annenizin arkadaşını tercih etmiş olsaydı belki de hırsız ya da bilim adamı bir kardeşiniz olmayacaktı. Arkadaşlıkta her şey oldukça farklıdır. Yaşamı belirleyen ve yöneten tüm değerlerin dışında gelişir arkadaşlıklar. Her yanınız ortak bile olsa gönlünüz ısınmadıkça, akıl imbiğinizden her geçirişinizde arkadaşlığı sürdürmede olağanüstü yararlar görseniz dahi arkadaş olamazsınız.

Arkadaşlık belki de akılla gönlün ortak karar verebildiği tek birlikteliktir. Amacım iki yüzlülüğü yazmaktı, nerelere düştüm. İki yüzlülük insanın olabileceği en mükemmel haldir Olunmaması gereken durum iki yüzlü değil, ikiyüz yüzlülüktür. İnsan olduğu gibi görünemez, göründüğü gibi de olamaz, Mevlana’mız biraz yanılmış, Ya Olduğun Gibi Görün, Ya Göründüğün Gibi Ol derken. İnsan iki yüzlüdür. Birinci yüzü göründüğü yüzüdür. İkinci yüzü diğerlerinin tanımladığı/gördüğü yüzdür. Bir başka deyişle diğer insanlar üzerinde bırakılan intibadır. Belki de moda deyimle imaj.

Din üzerine yaptığımız söyleşilerin hemen hepsinde konuşma dönüp dolaşıp, yahudi ajanı, yahudi oyunu, yahudi parmağında takılıp kalıyordu. Kur’anda iseviliğe yönelik hemen hemen hiç ayet yokken yahudiler üzerine çok şey söylenmiştir. Her din kendisinden bir önceki dinin yetersizliği dolayısıyla ortaya çıkmış olmalıdır. Kendisinden önceki din de, daha önceki dinin değişen dünyada, değişen ihtiyaçlara cevap veremediği için indirilmiştir. Öyleyse neden müslümanlık hıristiyanlığı atlayıp yahudiliğe saldırmaktadır? Niçin hiç bir müslüman bu soruyu sormaz? Kuranın yahudileri düşman bellemesinin nedenlerini akıl imbiğinden geçirmez? Belki de imbiğe gıcık olduklarındandır. İmbikten geçen şeyler çoğunlukla alkollü içecek olduklarından olabilir. Alkollü içecek üretme riskini göze alabilseler, islamiyetin yayılmaya çalıştığı topraklar üzerinde hakim din anlayışının yahudilik

ve çok tanrılık olduğunu göreceklerdir. Bu yüzdendir ki islamiyet musevelilikle ve çok tanrı anlayışıyla çekişmiştir. Arap yarımadasıyla uğraşmayan, roma imparatorluklarında egemen olmaya çalışan isevilikle hiç ama hiç uğraşmamıştır.

Köyde doğdum büyüdüm, yaşlanan horozları ve yumurtlamayan tavukları kesip yerdik. Derken istanbula geldim bir vesile ile tavuk yedim. Yediğim şeyin adı tavuktu, tavuğa benziyrdu ama tavuk değildi. Sordum. Meğer çiftlik tavuğuymuş. Öyle köy tavukları gibi kendi kendilerine büyümezler, onları biz çabucak büyütürüz dediler. O gün bu gündür tavuk yemiyorum , çiftlik tavuğu denilen adi yaratığı kimsenin yemesini de istemiyorum. Çiftlik tavukları da tıpkı spor gibi sağlığa zararlıdır. Yaşamım boyunca bir kez Koka Kola içtim. İlk yudumdan sonra devam edemedim. Kola’yı da sağlığa zararlı içecekler arasına kattım, evime kola almadım, Fast Food denilen yiyeceklerden her zaman uzak durdum, hamburgeri de bir kez yedim, lanet olsun dedim. Benden 30 yıl sonra dünya hamburgeri, kola’yı ve çiftlik tavuğunu lanetlemeye başladı. Dünyadan otuz yıl ilerde miyim? Hayır! Tüm açıklamalar evrim kuramında.

İnsan vücudu, aklının ilerisindedir. Vücut gereksinimlerini bilir, aklı onlara göre yönlendirir.. Akıl vücudun bir parçasıdır. Vücuda ne yapacağını söyleyemez, onu yönlendiremez. Arasıra telkin yapabilir, vücut dinler ya da dinlemez, onun bileceği iştir.

Evrim olur da evrilen ilk canlının dişi mi yoksa erkek mi olduğu sorusu sorulmasa olurmu? Açıklıkla söyleyebilirim ki ilk evrilen dişidir. Evrilen dişi henüz evrilmemiş erkek için farklı bir türdür ve sanırım yalnız insanların erkeklerine özel olan kendi rızasıyla başka türlerle ilişkiye girebilme yetisidir insanlığın devamını sağlayan.

Konumuz Türkiyeyi kurtarmak mıydı? Bilmiyorum! Laflıyorduk yine. Tahsin; Türkler, Ermeniler, Kürtler isimli bir kitap gördüm, yarın karşıya geçip onu alacağım, burada hiç kitap bulamamak ne kötü dedi. Oysa ki aradığı kitap bende vardı. Kitaplarımın listesini ona vermiştim. Okumayı seven bir insan, “Belki Vardır” deyip, kendisine gönderilen 1500 kitaplık bir listeyi nasıl merak etmez?



Geçenlerde yine yakın arkadaşlar arası hırlaşmalarımız üzerine konuşuyorduk, tabii meyhanede. Arkadaşlarımla olan ilişkilerimde tarzım: canımı sıkan olaylar karşısında olay henüz küçükken tepki koymaktı. Böylelikle canımın sıkan şeyleri kartopu büyüklüğündeyken karşımdakine atarsam, kartopunun çığa dönüşmesini, çığın doğurabileceği büyük felaketi de önlerim diye düşünüyordum. Tahsin kartopu konusunda Dost acı söyler özdeyişimize nazire yaparak, acı sözler kullanmadan beni uyardı, itiraz ettim ve yukarıda yazdıklarımı tekrarladım, bir romanda okumuştum, Mafya lideri parasını çalan muhasebecisinin alnına silahını dayayarak: Seni öldüreceğim ama paramı çaldığın için değil, hırsızlığını fark edemeyeceğimi düşünmek suretiyle zekama saygısızlık ettiğin için, bunu bilmiş ol, dediğini anlattım. Aklımca dilini yaklaşık 100 sözcükle konuşan, yaşamında hiç kitap okumamış olan bir arkadaşımın bana kitaplardan söz etmesinin densizliğini ya da biriç oyunundaki yeteneğimin genel kabul görmüş olmasına karşın, bana briç konusunda laf edilmesinin yersizliğini vurgulamaya çalıştım, ama seçtiğim örneğe bakınız lütfen. Bir mafya liderinin sözleri. Benim mafya ile ne benzerliğim olabilir ki? Yok eğer benzerliğim varsa kime ne söyleyebilirim ki? Tahsin, kartopunun da acıtabileceğini üstü örtülü olarak vurguladı, anlayamadım. Anlayamamam normaldi. Ben mafyadan anlarmışım ama haberim yokmuş meğer. Biraz düşününce Tahsin’in haklı olduğunu fark ettim. Daha önce bu konuda kafa yorduğumu sanmışım, meğer kendimi doğrulamakla uğraşıyormuşum. Tepkiyi eşşekçe koyduktan sonra ne fark eder, değişen eşşekliğin boyutudur. Yıllarca boyutu küçük eşşekliği hoş görmüşüm de haberim yokmuş. Eşşek olmak için ille de göze batacak büyüklüğe ulaşmak gerekir sanmışım. Arkadaşlarımı kırmışım, üzmüşüm, ve en acısı tepkimin biçiminde değil ama özünde haklı olduğum halde tümünü fena halde bozmuşum. Pir Sultan sever olarak arkadaşlarıma O’nun Şu ellerin taşı hiç bana değmez/İlle dostun gülü yaralar beni dizesini yineletip durmuşum. Yaptıklarımın tümü, kendi akıl imbiğimden geçmiş ve temelini benim tasarladığım eylemler olmalıdır ki özgür tavır sergilediğimi iddia edebileyim. Başkalarının eylem ve söylemlerini referans alan her hareketim ve konuşmam tabiidir ki benim değildir; yönlendirilmiş, tetiklenmiştir. Bir şeyhe mürid olup onun dediklerini yapmakla, bir kimseye sinirlenip ona cevap yetiştirmek, tepki koymak arasında özde bir fark yoktur. Eh! Bunu fark ettinse işin kolay, sonrası biraz hoşgörü biraz da empatiyle halledilir diye düşünebilirsiniz. Böyle düşünüyorsanız yanılıyorsunuzdur. Hoşgörü: Ya korkaklığın ya da yukardan bakmanın zemindeki izdüşümüdür. Oysa çözüm, ise ve değilse sözcüklerinde saklıdır. Bir başka deyişle “ İnsan aklını kullanıyorsa / kullanmıyorsa” da. Eğer insan aklını kullanmayı ön planda tutabilmiş olsa, Cengiz Özakıncı müslüman bilim adamlarının günümüz batı uygarlığına yol gösterici olduklarını, zımni olarak islamın ve dolayısıyla dinlerin bilimle çatışmadıklarını ispat etmeye kalkışır mıydı? Tezini islam bilginleri üzerine değil de islam coğrafyasında yaşayan bilginler üzerine bina etseydi çalışmasının temelinde aklını kullandığı iddia edilebilirdi. İslam bilgini olduğunu söylediği kişilerin yaşamlarını biraz araştırmış olsaydı, hemen hepsinin tanrıtanımazlıkla suçlandığını biliyor olacaktı. İman; doğası gereği bilimle çatışmak zorundadır. Aksi takdirde bilim, Muhammed ile Ebubekir’in sığındığı mağaranın girişine saatlerle ölçülebilecek bir sürede örümceğin ağ örebileceğini, saçaklarda yuva yapan türdeşlerinin zıddına , mağara ağzının dibine yuva yapabilen bir güvercinin olabileceğini ispatlamak zorundadır. Ya da müslüman coğrafyasında yaşayan ama olasılıkla başları hiç secdeye varmamış olan Erdal İnönü ile Celal Şengör’ün aslında çok iyi müslümanlar olduklarını gösterebilmelidir. Bu durumda bizim de Özakıncı’dan, (bilimsel değerlerini haklı olarak arşa çıkardığı bilim insanlarını) felsefeyle uğraştıkları için yerden yere vuran İmam Gazali’ye , en azından Mehmet Emin Yurdakul’un Dante’ye yazdığına yakın bir reddiye yazarak savunmasını beklemek hakkımızdır. Yoksa kim haklı ? Nasıl bileceğiz. Özakıncı mı? Gazali mi?

Türkiye adı üstünde kendini Türk kabul edenlerin yaşadığı ülkelerden biridir. Türkiyede doğup yaşayan her çocuğun İlkokullarda bellediği andımızın ilk sözcüğü olan TÜRKÜM ‘deki amacın kanla ilgili olmayıp bir aidiyet durumunu ifade ettiğinin ayırtında olması zorunludur. Bu andı yüksek sesle söyleyen çocuğun, kürt,laz,çerkez, abhaz, ermeni, rum, yahudi olması bir şey değiştirmez. Türküm dedikleri ve dediklerine inandıkları sürece Türk’türler. İnanmadan söyleyenlerin ülkemizde yaşama hakları olmaması gerekir. Ailesi Alanya’da ev alan ve oradaki ilkokula kaydolan bir ingiliz çocuğu da aynı duygular içinde olmak zorundadır. Yoksa ülkemizi hemen terk etmelidir. Yüzlerce yıl boyunca Türkiyede yaşadığı halde ben ermeni’yim, ben rum’um, ben yahidi’yim, ben kürt’üm demeye kimsenin hakkı yoktur.



Müslümanların yahudilere olan düşmanlığını biraz daha araştırmaya karar verdim ve Diyanet İşleri Başkanlığının Kur’an Mealinin (xxxx) baskısının indeksindeki israiloğullarına işaret eden ayetleri not ettim. Ayetlerin türkçe karşılıklarını tek tek yazdım. Sonra oluşturduğum ayet listesini Yaşar Nuri Öztürk’ün hazırladığı ayetlerin geliş sırasına göre düzenlenmiş Kuran Mealini kıstas alarak yeniden sıraladım. Sıralama sonucunda gördüğüm, tam düşündüğüm gibiydi. İslamiyetin tutunmaya başladığı dönemlerde gelen ayetler, İsrailoğullarının yeni bir din ve peygamber geleceği yönünde bilgiye sahip olduklarını bildiriyordu ve ara sıra İsrailoğullarına peygamberlerinin sözleri dışına çıktıkları için bazı cezalara muhatap kalmak zorunda kaldıklarını söylüyordu. Bu ayetlerin hemen tamamı Mekke’de indirilmişti. Medinede inen ve geliş sırasına göre ortalarda olan ayetlerde ise yahudilere telkin ve önerilerde bulunuluyordu. Sonlara doğru gelen ayetlerde ise ( bir kısmı medine’de bir kısmı sonradan ele geçirilmiş olan mekke’de inmişti) Yahudilere nasihat veriliyor, tehdit ediliyorlar, kendilerine tepeden bakılıyor. Tıpkı Medine Vesikasının yürürlükte kaldığı süreç gibi. Hani peygamber hicret sonucunda medineye gitti ve orada egemen olan Yahudilerle Medine vesikasını imzaladı, önce senin dinin sana, benim dinim bana dedi, kuvvetlenince Benim Dinim hepinize demekten çekinmedi, işte aynen öyle. Bunda kızacak, şaşacak bir yan yok. Yaşadığı dönemin (belki de tüm dönemlerin) en akıllı insanlarından biri olan olan peygamber, aklın emrettiği yolun dışına hiç çıkmadı. Dere geçerken at değiştirmedi, ayıya dayı demediyse bile ayıyla iyi geçinmenin yolundan hiç ayrılmadı. Zayıfken haddini bildi, güçlenince haklarını. Yaşamı boyunca karşılığı olmayan (yaşadığımız yünyada bile) tek bir konuşma yapmadı, amaçsız bir eylemde hiç bulunmadı. Peygamberden sonra O’nun gibi yaşamak isteyenlerin yaptıkları ile peygamberin yaşamının tek bir ortak yanı yoktur. Örneğin Aczmendiler peygamber gibi yaşadıkları iddiasındaysalar da olsa olsa Fransisken rahiplerin yaşamlarının islam penceresinden taklitini yaptıkları söylenebilir.

Süleyman, zevksizliğin ancak parayla satın alınabilirliği üzerine olan tezimden yola çıkarak o halde parasızların tümü zevkli midir? diyeceğiz! sonucuna ulaştı. Tabii ki hayır! İnsan hem parasız hem de zevksiz ise kimse onun “zevksizlik mertebesini” anlayamaz. Zevksizliğin ancak parayla satın alınabilirliğini söylerken insanın kendinde olmayan bir yanını ortaya çıkardığını söylemek istememiştim. Tam tersine amacım kendinde hep var olan ama ancak para aracılığı ile ortaya konulabilen bir özellikten söz etmekti. Bunun en güzel örneği hayli para verip taşıt aracının plakasına ismini yazdıranlardır. Bu yontulmamışlığı , beğenen ve satın alabilecek güce sahip pek çok insan vardır ama, sadece zevksizler adlarının yazılı olduğu plakalı araçlarla dolaşabilirler. Bu, zevksizliğin ancak parayla satın alınabilir olması değilse nedir?

Artık “Çok laf yalansız olmaz” atasözümüze örnek olsun diye dünyaya gelmiş olduğuna inandığım Selo’ya ara sıra Allah aşkına bazen doğru bir şeyler de söyle! ne olursun diye takılıyordum. Aslında söylediklerinde doğru şeyler de vardı ama lafı öylesine uzatıyor ki bir cümlede anlatacağı doğruların yanına 20 cümle daha ilave edince, 21 tümcelik söyleminin hiç bir anlamı kalmıyordu. Bir arkadaşımız yeri geldiğini düşünüp fıkra anlatmaya görsün, aynı mealde en az 3 fıkra anlatır Selo. Yine yeri geldiğini düşünüp başından geçen olayı anlatan bir arkadaşımızın dinleyicileri arasında selo varsa yandık. Aynı konuda selo en az 2 olay anlatmak zorundadır. Belki faydası olur düşüncesiyle, hepimiz birbirimize yakın yaşlardayız, bildiğimiz fıkralar hemen hemen aynı, tecrübelerimiz birbirine denk,” yukarıda anlattığım durumlarda ille de bir fıkra anlatman ya da anlatılana benzer bir olayı, bilgiyi tekrarlaman hazirunun pek ilgisini çekmiyor dediysem de her zamanki ipe sapa gelmez sözlerini söyler. Selonun yaptıkları çok mu önemli? Hayır. Meğer ben “küpe küp demişim.” Eee! ne olmuş yani tabii ki küp diyeceksin ibrik diyemezsin ya derseniz, haklınız! ancak eminim , “Küpe küp deme, o da sana düb der” atasözümüzden haberiniz yoktur. Düb’ün arapça anlamı “Ayı” olan Dübb kelimesinden Türkçe’ye uydurulmuş bir sözcük olduğunu da bilmiyorsunuzdur. Ben de bilmiyordum, hem atasözünü hem de dübb’ü. Bilseydim hiç küpe küp der miydim?

Bizansın mirasına rumların konmaya çalışmasını, bizim de bu konuda sessiz kalmamızı da pek anlayamıyorum. Ioannes Kinnamos’u ve onun Histografyasını mereklıları dışında bilen pek fazla değildir. Niketas, Anna Komnena ve Mikhail Psellos da hakeza. Bizans tarihini merak eden Türk, çevresinde pek hoş karşılanmaz sanırım. Oysa ölen bir Selçuklu Sultanının iki oğlu arasındaki taht kavgasında oğullardan birinin diğerine karşı Bizans İmparatorlarından yardım istediği ve aldığını bilseler ne düşünürler acaba? Aynı şekilde Macarlara ya da Sırplara karşı Selçuklulardan yardım isteyen ( ve alan) Bizans İmparatorlarından haberdar olsalar yine de Bizansın mirasçısının yunanlılar olmadığının ayırdına varabilirler mi? Bizansın Büyük Saray kalıntıları üzerine inşa edilen otelden rahatsız olmayanların (hatta bu olaydan bihaber olanların) Türk olmaktan dolayı mutlu olmaya, ya sev ya terk et demeye hakları olabilir mi?

Knowledge is power’mış. Hadi canım sen de! Bilgi bi bok değildir. Üstün zekalıların ender bulunduğu ortamda üstün olmasa bile normalin biraz üstündeki insanların ilgi alanına giren bilgi nasıl güç olabilir? Başkasının yumruğunu yemeyen kendi yumruğunu peygamber topuzu sanır derler ya işte öyle bir şey. Dünya başkasının yumruğunu tatmamışlarla dolu. O kendini dünyanın en güçlü insanı sanıyor. Bilginin yüceliği üzerine edilen sözler rahibe tereza’ya orgazmın mükemmeliyetini anlatmaya benzer. Nobel ödüllü bir yazarın kaleminden ifade etmeye kalksanız dahi anlayamayacaktır.



Süleymanla konuşurken açık sözlü olmaktan dem vurmuştuk. Fazla açık sözlü olmayı biraz “patavatsızlıkla” biraz da “dangalaklıkla” nitelendirmişti. İlk bakışta doğru gibi görünse de aralarında hayli fark var. Aslında açık sözlülükle patavatsızlık arasında kelimenin tam anlamıyla “patavatsızlık” farkı var ama dangalaklıkla açık sözlülük arasında “para” var. Daha doğrusu para tabanlı kabalık var.

Yaşamın tek doğru ve aynı zamanda en basit kuramı evrimle benim ne ilgim olabilirdi ki eğer menzil şeyhine aklını kaptırmış bir arkadaşımla bu konuyu tartışmak zorunda kalmasaydım.

Ceviz Kabuğu programına katılan yaman Örs’ün evrime dair söylediklerini yalanlamak boynunun borcuymuşçasına hemen ertesi hafta müslüman felsefeci Teoman Duralı’yı filozofları dinden çıkmış addeden Gazaliye nispet edercesine iskele sancağına konuk eden Ahmet Hakan’ın çektiği sıkıntılar aklıma geldikçe evrimi redetmek zorunda kalan inanmışların haline üzülüyorum. Teoman Duralı’nın sağlam temelden yoksun zorlama açıklamaları ahmet hakanı renkten renge sokuyordu. Buhara havasıyla soluk almış, medine hurmasıyla beslenmiş, allah dostlarının faziletlerine, velilerin kerametlerine inanmış , gördüğü maarif nedeniyle olacak VE ANCAK MUHTEŞEM SÖZCÜĞÜ İLE NİTELENDİRİLEBİLECEK ANALİTİK ZEKASINI BİR KENARA BIRAKMIŞ ahmet hakan’ın evrim kuramının yanlışlığını yaratılış söylencesinin doğruluğunu ispat için çağırdığı konuğunu kurtarma girişimlerine hayranlık beslemedim değil. Tıpkı traverten kayalıklara oyulmuş isa heykelini bombalayan talebanın yaptıklarına hak vermek üzere akıl dışı söylemlerde bulunan konukları karşısındaki çaresizliği aklıma geldikçe ahmet hakan adına üzülüyordum. Belli ki ortada ciddi bir vandalizm vardır, medeniyet düşmanlığı vardır. Sanat kırıcılığı vardır. Belki de kayıt altına alınmış en ciddi sanat kırıcılığı dönem olan ikonaklastlığın temelinde bizansın emevilerle olan kültürel ilişkilerinin etkisi hayli fazladır. Zaten iskele sancak adını verdiği programının sancağında değil de iskelesinde yer alan hakan “aman allahım ben bu adamlarla aynı görüşte nasıl olabilirim” demiştir içinden. Konuklarım benim değil Bizans İmparatoru ikonaklast Leon III’ün hemfikiri olabilirler ancak .





Ekrem Akurgal’ın anadolu medeniyetleri isimli görkemli kitabını okuduktan sonra günümüzde adına Türk dediğimiz anadolu insanının kesinlikle “yeni bir ırk” olduğuna ınadım. Luviler hititler..... . Üstelik dünyada eşi benzeri olmayan bir ırk. Bu ırkın diğer Türk ırklarıyla ortak olan tek yanı Türkçedir. Yani dildir. Hele hele Bizans imparatoru ? konyaya 40000 sırplıyı yerleştirdiği 100 yıl sonra 30000 kişilik sırp ordusu yetiştirildiği düşünülürse anadoludaki irkın ne kadar kozmopolit olduğu ve aynı zamanda ne kadar homojen olduğu rahatlıkla görülebilir. Evet kozmopolitti çünkü hemen her ırktan insan vardı ama aynı zamanda başka hiç bir toplumda rastlanamayacak kadar çeşitli ırktan oluşmuş kendine özgü homojen bir bütündü. Ne mozaiği ulan diyen Türkeş haklıydı aslında. Türkeş farkına varamamış olsa bile dediği doğruydu. Zira anadolu insanı oluşumunda etken olan tüm mineralleri gösteren mozaik değildi, aksine hepsini mecz eden yeni bir mineraldi.

Natalia Gutman dinlemeden önce eskilerden şerif muhittin targan’ı günümüz sanatçılarından Uğur Işık’ı dinlemeliyiz. Zamanının en iyi çellitslerinden birinin konser için davet edildiği salonda sahneye çıkıp seyircilere şöyle bir göz atmasından sonra yerinden kalkıp kulise gitmesini ve konser organizatörlerinin şaşkınlığına karşın dinleyiciler arasında Targan varken ben çello çalamam deyişini bilmeyen halkımızın seçtiği siyasilerimiz yüzünden kendimizi ab kapısında köpek ederiz. Anna’yı hatırlayalım. Ne demişti kapısında köpek olduklarımız için. Latin Köpekler. Bizanslı kronograf Psellos’u hatırlayalım. Ne demşti kapısında dilenci olduklarımız için. Barbarlar.

Söylediklerimi Çetin Altan’ın Türk’e Türk propagandası dahilinde bir şey sanmayın lütfen. Anadolu türkü ve sadece anadolu türkü handiyse dünyada yaşayan tüm ırkların genlerinden öyle ya da böyle bir şeyler almıştır. Uğur ışık’ı bilmeden ve dinlemeden Natalia Gutman hayranı olmuşsanız, Ayşe Yıldız’ı dinlemeden Emma Kirkby’e vurulmuşsanız biliniz ki kabahat sizdedir. Sakın yanlış anlaşılmasın. Uğur, Natalia’den Yo Yo Ma’dan; Ayşe, Emma’dan daha iyidir demek istemiyorum. Sadece en yakınındaki değerlerin farkında olmayanların uzaklardaki değerlere önem atfetmesinin sadece gösteriş budalalığı ile örtüşeceğini söylemek istedim. Ve ille de bilmeliyiz ki yakınımızdaki değerleri karalayarak, omlara gerekli ihtimamı göstermeyerek yücelmemiz olanaksızdır. İnsan yakınlarıyla büyür/küçülür.

Hani genellikle .................

Dostoyevskinin anlatımını yürütelim ve..

Yakınınızdaki değerlerin farkında mısınız ? prens diye soralım.

Alacağımız yanıt kesinlikle “hayırdır.”

”O halde budalanın tekisiniz” diyebiliriz rahatlıkla.

Ne yaptık nasıl ettik bilemiyorum ama yurdumuzu budalalarla doldurduğumuzu biliyorum. Kendi değerlerinin ayırdında olmayan kendine güvenemeyen budalalarla. Ah Anna ah! Bana göründüğün gibi keşke herkese görünebilseydin.

Adına batı dediğimiz rezil toplumun insanlığı yönlendirme gayretlerini ve ulaştığı başarılı sonuçları fark edebileceğimiz zaman ne zamandır acep? Okurlarım arasında dünyanın en uzun ömürlü impratorluğunun rusya imparatorluğu olduğunu kaç kişi biliyordur?

İnsan dinli ya da dinsiz olabilir. Bunun için birikimi olması grekmez. İnanması, inanmaması yeterlidir. Kendini ateist olarak tanımlayan biri varsa bu kavramın karşılığını verebilmesi ve seçtiği hal’e yaraşır yaşam biçimi belirlemiş olması gerekir. Ateist olabilmenin yolu önce ya da sonra dinli, önce ya da sonra dinsiz bir yaşam dönemi olmasını gerektiri. Dinli ve dinsiz hayatı yaşamadan ateist olunamaz. Gerçekte dinlilerler dinsizler bir birlerine oldukça yakındırlar. Ateistler ise her iki hal’e de aynı uzaklıktadırlar. Ateistin zihninde GERİSİNİ TAMAMLA

Birileri çıkmalı ve müslümanlığı sakallıların tekelinden kurtarmalıdır.







AŞAĞIDAKİ BAŞLIKLARI TAMAMLA.



Bizans tarihi imparator hanedanları asker imparatorlar ve son hanedan türk.

Vakko ayakkabı çorap ve referens alablecek kimse ve olayların olmaması. Kentsoyluluğun oluşamaması.

1517 ve anadolu travması.

Halifelikle ilgili İbrahim Temonun anıları.

Yakını görememem ve kafamın küçüldüğünü sanmam.

Müzikte kulak ve hafıza. Kani Karaca ve Anjelika Akbar.

Cekilir misin çekilebilir misiniz, emir kipi rica kipi, çekilirmisin deki siniz eklerini bilerek yazmadım. Zira misin yerine misiniz kullanılması gerektiğini bilen önüne “lebi” eklerinin ilave edeilmesinin de gerekli olduğunu biliyordur.

“Menzil vurgunu”

Osmanlıca ile türkçe arasındaki fark...











Yazımızı uzunca bir kompozisyon gibi kabul edelim ve sonuç bölümünü yazalım.

1-Sözcükleri anlaşılır kılan...

2-Herkes eleştiri yapabilir ancak takdir sadece ...

3-Herkes her yanlışı yapabilir bu yüzden en çok kendime güvenirim ama kendime güvenim bile tam değil.

4-Çirkinliklerimizin sergisi para, örtüsü parasızlıktır.

5-İnsan kafasının küçüldüğü zehabına kapılıyorsa yakını göremiyordur. Bakışınız bozulmuşsa hemen yanınızdaki dğerleri fark edemiyorsunuzdur.

6-İşhanet affedilmez. İbni hişam’a ve bizans tarihine ve sultan devirenlerin akibetlerine bak.

7-Dostunla başbaşa kaldığında kendi bakış açısından yanlış bulduğu bazı hal ve hareket ve tavırlarını sana söylemiyorsa dostluğundan kuşkuya düşmelisin. Kusurda devam etmemizi isteyenler ancak dost olmayanlarımız olabilir. Dost olmayanları ille de düşman olarak algılamak gerekmez. Onlar sadece zorunlu olarak bir arada bulunduğumuz kimselerdir. Arkadaş olduğunuzu sandığınız ancak aslında sadece arkadaş gibi olduklarınızdır.” Arkadaşla” “arkadaş gibi” arasındaki fark erkekle kadın arasındaki farktan daha az değildir. Daha önce yazdıklarımdan dolayı mutlaka anlamışsınızdır.

8-Osmanlıların kullandıkları arapça karakterler latinceye yerlerini verdiğinde eskiyi anlamayan yeni nesil oluştuğundan şikayet edilir. Örnek olarak günümüzde yaşayan bir iranlının sadiyi çok kolay okuyabildiği söylenir. <<="" eğer="" fark="" gelişip="" gerekir.="" gerektiğini="" gibi="" günü="" her="" iddia="" kabul="" matah="" o="" olduğu="" organizmadır.="" oysa="" p="" söz="" uyamamasından="" ve="" yaşayan="" yoksa="" yıl="" çağa="" öncesiyle="" şey="" şeyin="">

Keza sanki fatih devrinde kaleme alınmış bir metnin sanki abdülhamid dönemi entellektüelleri tarafıdan kolaylıkla anlaşılabildiği doğruymuş gibi. <="" yazılmış="">



9-Kadının arsızıyla erkeğin arsızı tahtarevalliye binmişler, erkek kendini ayda bulmuş.




















































DÖRDÜNCÜ ROMA


Sözcüğü anlaşılır kılan, sözlükteki karşılığı değil taşıdığı duygu yüküdür.



Bu metinde kullanılan “ˉ” simgesi üzerinde bulunduğu harfi uzun “ˆ ” simgesi ince okutur. Örneğin: Hālâ.



Akşama eve dönünce, kitaplığımı gözden geçirmek, kaydını ihmal ettiğim yeni kitaplarımı kayıt altına almak ve kütüphanemde genel bir temizlik yapmak kararıyla evden çıktım. Beynimi sürekli kemiren sıkıntım dolayısıyla uzun süredir kendimi işlerime veremiyordum. Aynı sıkıntı nedeniyledir ki sonunda işi de bırakmıştım. Gerçi ayrılmamı gerektirecek başkaca gelişmeler de yok değildi hani. Çalıştığım işyeri sahibinin çocukları büyümüş, eğitimlerini tamamlamış, erkekler askerlik görevlerini yerine getirmişlerdi. Şirkette benim yaptığım işleri üstlenmek üzere alesta bekliyorlardı. Onları daha fazla bekletmek olmazdı. Tüm olumsuzluklar örtüşünce, hiç aklıma gelmeyen emeklilik yaşamım kendiliğinden başladı.

Önceki yazdıklarımdan ilk iki cümle hariç diğerleri on yıl önce olmuştu.

E yuh! yani. Hiç on yıl süren iç sıkıntısı olur mu? dediğinizden eminim! Olur! Hem de bal gibi olur. Kenan Paşa’nın tabiriyle: Tecrübeyle sabittir NETEKİM. Sözünü ettiğim sevgili(!) patronumla çalışmaya başladığımda, bügünkü servetiyle karşılaştırılınca hayli küçük olmasına karşın, o zaman da /gıyabında hali vakti yerinde iş adamıdır dedirtecek kadar/ ciddi servete sahipti.

Adama bak! İlginç bir şeyler yazmış olabilir! okuyalım dedik, bize patronunu anlatıyor, amma da iş ha! demeyin ve nobele henüz aday dahi gösterilmemiş olduğu zamanlarda okumaya çalıştığım Orhan Pamuk’u okuyamayarak bir kenara bırakışımı sakın taklit etmeye kalkmayın; yani kısaca kitabımı kaldırıp bir köşeye atmayın lütfen.

Patrondan söz etmesem olmazdı. Çünkü o sadece patronum değildi, “paraydı” aynı zamanda. Yani hepinizin peşinde koştuğu “güç’ün(!)” sahibiydi.

Bunlar girişlik, okuyunca belki de: Oh be! Tam da aklımdan geçenleri kaleme aldı dersiniz ve umarım Orhan Pamuk ile diğer nobelli yazarlar karşısında düştüğüm duruma siz de düşmezsiniz.

Adından da anlaşılacağı gibi emeklilik, resmi ya da özel herhangi bir otoritenin bundan sonra emeğinize karşılık bir bedel ödenmeyeceğine karar vermesidir. Emekliliğime ben karar verdim diyenler de olacaktır ama muhtemelen emeklilik kararını vermek zorunda bırakılmışlardır.

Emeklinin geleceğe dair planlarının çoğunlukla plan olmaktan öteye gidebilme olasılıkları pek yoktur. Zira planda aksayan yanlar olursa, değiştirebilecek zamanları kalmamıştır; yetkileri yok düzeyine indirgenmiştir emeklilerin. O artık bugünde dünü, yarında ertesi günü yaşamaya başlayandır. Emekli, geçmişteki yanlışlarını sıfıra, doğrularını sonsuza yaklaştırandır ki, emekliliğin sanırım tek değil ama kesinlikle en güzel yanı da budur.

Eee! Sıktın artık. Biraz daha abuk subuk laflar etmeye devam edersen, senin kitabını da kütüphanemdeki okunamayan kitaplar köşesine, yani çoğunluğu Orhan Pamuk ve nobelli yazarların kitaplarından oluşmuş köşeye yerleştireceğim haberin olsun deme noktasına geldiyseniz eğer, yerden göğe haklısınız. Haklı olmasına haklısınız ama, lütfen emin olunuz! Yazmaya başlayamamak benim suçum değil. Ne zaman yazmaya kalksam, benden binlerce yıl önce yaşamış yazarların yazdıkları yanında benim yazacaklarım dandik kalır endişesiyle yazmaktan imtina ediyorum. Hele hele sondan bir önceki yazma gayretimi hatırladıkça fena halde ürperiyorum. Kemikleri bile çoktan toprak olmuş ozanlar-yazarlar sanki parmaklarımın tuşlara dokunmasını bekliyorlar, tuşlara dokunmaya göreyim, sırayla karşıma dikiliveriyorlar.

En iyisi aklıma geldikçe fena halde ürperdiğim yazma deneyimimi anlatayım; eminim bana hak vereceksiniz. Neredeyse herkesin en az üç yüzlü olduğu toplumumuz üzerine bir iki laf etmekle başlasam, insanlarımıza maskelerini çıkarmayı öğütlemek amacıyla birikimlerimi aktarsam belki devamı gelir, okuyanlar arasında faydalananlar da olabilir demiştim ki, Mevlana seslendi ve “A benim salak evladım! Mesnevim’den haberin yok mu? Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” dediğimi duymadın mı? diyerek azarladı beni; “hani sen kimsin de insanlara akıl vermeye kalkışıyorsun, ben o işi yedi yüz yıl önce yaptım, sözlerimi ezberleyenler oldu ama henüz uygulayan olmadı; bilmiyor musun?” dercesine.

Bari basit konular üzerine bir şeyler karalayayım der demez Salah Birsel çıkıverdi karşıma. Basit konular benim ilgi alanım. Sıradan konulara dair öylesine yazılar yazdım ki okuyucu yazılarımı adeta sayfaları yutarak okudu dedi. İşin kötüsü söyledikleri tamamen doğruydu.

Bu sıralar çok moda; dinlerle ve tanrılarla ilgili bir şeyler yazayım dememe kalmadan Lukianos isimli birisi geldi; Samsatlı imiş. Yani bizim Adıyamanlı. Biliyorum senin kitaplığında “Seçme Yazılarım” var, daha ne diyeyim sana dedi ve kulağımı çekti gitti. 2000 yıl önce yazdıklarından hiç ders almadığımı sanmış ve çok kızmış olmalı ki neredeyse kulağımı koparacaktı.

Ciddi konuları gülmece ayağına yatıp yazayım dedim, Gargantua’ya söylerim kıçına iki tekme atar diyerek resmen tehdit etti beni Rebelais.

Aldatma ve aldanma üzerine yazmak belki daha kolaydır dedim, Decipimur specie recti yani Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun çevirisiyle 'ekser zaman görünüşe aldanırız' dedi Horatius.

Horatius’u duyunca elim ayağıma dolaştı ama delikanlılığa bok sürmemek gerek, kuyruğu dik tutmalıyım güdüsüyle “madem bu konuya Horatius el atmış en iyisi vazgeçeyim,” kendimi yazayım bari; kendimi yazarsam karışanım görüşenim olmaz! dedim. Parmaklarımı klavyemin tuşları üzerinde “aman kimse duymasın tedirginliğiyle” dolaştırmaya başladım. A aa! Kimseden ses seda yok. Oh be! Müdahaleler nihayet bitti derken, İsmet Zeki Eyüpoğlu seslenmesin mi? Decipimur specie recti’nin Türkçe karşılığı 'ekser zaman görünüşe aldanırız olmaz', 'ekser zaman iyi görünüşe aldanırız' olmalı demesin mi? İyi sözcüğünü koyu renkle yazmak benim değil Eyüpoğlu’nun fikriydi. Decipimur specie recti’nin iyi’lisiyle iyi’sizi arasında kocaman bir fark varmış, onu belirtmek iştemiş. İşte bu yoğun saldırılar ve ağır eleştiriler karşısında dayanacak gücüm kalmamıştı, en iyisi denizcilik deyimiyle “orsa alabanda” etmekti. Öyle yaptım ve yazmaya ara verdim.



Orsa alabanda etmesine ettim ama “alabanda kalmak” kolay mı? İçimde esmekte olan rüzgar, merkezinde Horatius, basınç alanlarının birinde Karaosmanoğlu diğerinde Eyüboğlu olan 100 knot’lık bir fırtına. Hem de Decipimur specie recti’nin iyilisiyle iyisizi arasındakı farkı fark edemezsem eğer, asla dinmeyecek olan bir fırtına. Açmaza düştüğüm durumlarda kendi çözümüm peşine koşmadam önce benimle aynı kaygıyı paylaşanlar olmuş mu? diye bakarım. Varsa bulabildiğim yayınları okurum. Yoksa bu konuda bilgi sahibi olabileceklere müracaat eder fikirlerini sorarım. Yine öyle yaptım. Öncelikle Müzehhar Erim’in Latin Edebiyatı isimli kitabına göz attım. Sorumun yanıtını bulamadıysam da latince’de “c” harflerinin her zaman “k” okunacağını “s” ya da “c” okunamayacağını, böylelikle Horatius’un özdeyişinin “dekipimur spekie rekti” olarak telafuz edilmesi gerektiğini gördüm. Üstelik yanında bonus(!) olarak Roma’nın Büyük İmparatorunun adının Sezar olarak telafuz edilmemesi gerektiği öğrendim. Fazladan edindiğim bu bilgiyi de doğrulatmalıydım. Tüm ders kitaplarımızda, Caesar üzerine yapılmış filmlerin dublajlarında Caesar adı hep Sezar olarak telafuz edilmekteydi. Herkes yanılıyor olamaz. Zira bazı güvenilirliği düşük kaynaklarda “c” harfinden sonra “i” ya da “e” ünlüsü geliyorse “s” olarak telafuz edileceğine dair bilgiler vardı. Nereden aklıma geldi hatırlayamıyorum ama en doğrusunu bilse bilse papazlar bilir deyip St.Antuan kilisesine elmek gönderdim. Caesar’ı değil de decipimur specie recti’nin sesletimini sordum. Dekipimur spekie rekti olarak telafuz edilir dediler. Yani “c” harfi “k” okunur. Sn.Antuan rahipleri böyle dediler demesine de içim bir türlü rahat etmedi. Hem sesletimini yüzde yüz güvenilir bir otoriteye doğrulatmalıydım hem de özdeyişin iyilisiyle iyisizi arasındaki farkı bulmalıydım? Yani kim haklı? Karaosmanoğlu mu Eyüboğlu mu? Alışkanlıkla önce bir bilene danışmalıyım dedim. “Bir Bilen” tamlaması ekranımda göründüğü anda telefonum çaldı. Ahizeyi kulağıma götürmemle ben Güniz sokaktan arıyorum: “Benzin vaadı da biz mi içtik”, “Dün dündür bugün bugündür”, “Ege göl değildir denizdir deniz” diyen Demirel’in sesini duydum. “Ne denizi!” “ne benzini!” be kardeşim yanlış numara çevirdiniz sanırım deyip telefonu kapattım. Demirel Decipimur specie recti’nin sesletimini nerden bilecek, bilse bilse Avrupanın en eski üniversitesi olduğu, taa Teodosius devrine uzandığı iddia edilen koca İstanbul Üniversitesi var, onlara sorarım deyip Üniversitenin Latin Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanı Hanım’a bir elmek gönderdim ve decipimur specie recti’nin hem söylenişinin nasıl olması gerektiğini hem de iyilisiyle iyisizi arasındaki farkın ne olabileceğini sordum. Hani entel görünmeye kalksam ve yeri geldiğini düşündüğüm bir anda Horatius’un bu özdeyişini Türkçe söylemeye yeltensem, nasıl söylemeliyim ki Horatius’un kemikleri sızlamasın? Neyi kast etmişti Horatius? Çoğu zaman görünüşe aldanırızı mı? yoksa çoğu zaman iyi görünüşe aldanırızı mı? Belki de görünüşe aldanırız derken görünüşe aldanırız ama iyi görünüş bizi aldatır mı demek istemiştir. Yani ortada salt aldanma değil bir de aldatılma vardır demek miydi amacı. Ne yazık ki soruma yanıt alamadım. Yüzde yüz olmasa bile yakın bir oranda “Yurdumuzun bunca sorunları varken manyağın derdine bak!” demiştir Latin Dili ve Edebiyatı bölümü başkanı. Yani St.Antuan Kilisesi rahibinin gösterdiği ilgiyi ve inceliği sakınmıştır benden. Bizim aydınlarımızı hiç bir zaman anlayamamışımdır zaten. Galiba onlar uzmanlık alanları hariç her konuda bilgi sahibidirler; bir şey sormadan önce onları iyi tanımalıyız. Örneğin sismologa deprem, arkeologa Hitit, onkologa kanser, gazeteciye haber hakkında sorular sormamalıyız. İsterseniz “hadi canım sen de!” Olur mu öyle şey deyip deneyin de “ebenizin örekesini” görün. BURAYA EKLEME YAP. Oysa “görece ve salt bilgiler ansiklopedisinin üçüncü cildi” hakkında ne düşünüyorsunuz diye soracak olursanız size yığınla bilgi vereceklerdir. Edmond Wells’i, Bernard Werber’i bilmeseler dahi (ansiklopedi sözcüğünü duymuşlar ya!) ansiklopedi konusunda sizi yeterince aydınlatırlar. Tıpkı canavar gazetecimiz Marcel Vaugirard’ın “insan bilmediği konularda iyi konuşur” özdeyişinde olduğu gibi.

Hani sohbetlerinizde olur ya, bir ismi unutursunuz ve bir türlü hatırlayamazsınız; dilimin ucunda biraz sonra aklıma gelir dersiniz... işte öyle diye tariflenebilecek bir haldeyim. Horatius’un aklından geçen ama henüz beynimin algılama bölümüne ulaşamamış bilgiye sahip gibiyim derken Cemil Meriç yetişti imdadıma. Mealen ne diyordu Meriç: Tanrı Musa’ya asasını Kızıldenize vurmasını söyledi. Musa buyruğa uydu. Asanın dokunduğu Kızıldeniz yarıldı, kum açığa çıktı. İsrailoğulları önlerinde Musa'yla birlikte karşı kıyıya ulaşmak üzere kumların üzerinde yürümeye başladılar. Arkalarından gelen Firavun ile askerleri de hiç tereddüt etmeden Kızıldeniz'in açılan kumlarına daldılar. Ve hepimizin bildiği hikaye; firavun ve askerleri boğuldular. İyi de tanrı isteseydi Musa ve dindaşlarını suyun üstünden yürütemez miydi? Yürütürdü! Yürütürdü ama o zaman bu mucizeyi gören firavun onların peşinden gitmeye kalkmazdı. Firavun Musa'nın kumlar üzerinde yürüdüğünü görünce biz de yürüyebiliriz demiş, asıl mucizeyi yani denizin ikiye bölünmesindeki hikmeti görememiştir. Yani kumdaki “iyi görünüşe aldanmıştır.” Yoksa aldatılmış mıdır demeliyim? Hani demeye dilim varmıyor ama galiba tanrımız firavuna hafif yollu bir kazık atmış.



Çoğumuzun bildiği bu kıssada iyi görünüş, normal görünüş ya da akıl dışı olmayan görünüş, Musa'nın yürüdüğü zeminin kumsal olmasıdır. İyi görünüşü normal, akla uygun sıfatlarıyla betimlediğimizde, zorunlu olarak iyi veya kötü gibi sıfatlardan arındırılmış görünüşü normal dışı, anormal, akla aykırı vasıflarıyla nitelendirmemiz gerekir ki doğrusu da budur. Yani Meriç’in hepimizin hiç kuşku duymadan katılacağımız anlatımıyla İsrailoğulları'nın deniz üstünde yürümesi anormaldir yani görünüştür; kumda yürümesi normaldir ya da iyi görünüştür.

Yani tanrı iyi görünüş sunmak suretiyle firavunu ve askerlerini aldatmış diyebilir miyiz? Belki deriz belki diyemeyiz. Diyenlerin zaten tanrıyla sorunları vardır. Diyemeyenler ise madem ki o tanrıdır “ hikmetinden sual olunmaz” deyip geçiştireceklerdir. Zaten onlar ya akıllarını kullanmazlar ya da inançlarını doğrulayacak şekilde kullanırlar.



Eve erken gelebildiğim akşamlar kaçırmadan izlediğim yorum farkı isimli programın bu geceki bölümü yeni bitmişti. Programın adının yorum farkı değil “yorumcu farkı” olması gerektiğini söyler dururdum. Barlas’ın bilgeliği, süzülmüşlüğü, derin çözümlemeleri yerinde vargılarına karşın, Kongar’ın sığlığı, popüler kültür düzeyinin ötesine geçememiş izlenimi veren entelektüelliği, kıstas aldığı doğrulara ilintisiz çıkarımları, yaratıcılıktan yoksun yanıtları, ikili arasında orantısız güç kullanımına örnek verilebilecek ortamın doğmasına neden oluyordu. Her ne kadar Barlas’ın mukayese edilemez artılarına karşın Kongar 34, Barlas 7 kitap yazmış olsa da , Herrigel ve Platon, ikili arasındaki yazma farkının nedeninii anlayabilmemi sağlıyordu. Zen Budizminde yay ile Ok Atma Sanatı adlı kitabının ön sözünde, Platon’un yedinci mektubundan aldığı tümcelerle ne diyordu Eugene Herrigel? “Kendisi ve başkası için sözcük düşüncenin azıdır. Düşünce tecrübenin azıdır. Sözcük süzülmüş olandır. Onda tortulanan şey en iyi yanından mahrumdur. Bu nedenle bilgin olanlar yazmamalıdır.” Eminim okuyucularım da anlamışlardır. Neymiş? Bilgin olan yazmayacakmış. Bilgin olmayan ise aklına gelen hemen her konuda yazabilirmiş. Yazmak bilgin olmayanlara has olduğuna göre geçmişte yaşamış büyüklerimizin attıkları fırçalara aldırmadan yazmaya başlasam iyi olur diye düşünmekten kendimi alamadım. Çekinmem için neden kalmamıştı. Ben bilgin değildim. Yazmamda hiç bir sakınca yoktu.

Parmaklarım klavye üzerinde dolaşmaya başlayacaktı ki nereden çıktı bilmiyorum, şeytanım geldi ve Kongar’a haksızlık ettiğimi söyledi. Kafam karıştı. Şeytan bu! İnsanlara daima yanlışı öğütler diye bildiğimiz ortak şeytanımız. Ne demek istedi acaba deyip yazmaya yine ara verdim ve değişiklik olsun, asla dinlemememiz öğütlenen şu şeytanın amacı ne? Bir kez dinlemekle feleğimi şaşırmam nasılsa deyip kulak kesildim.

Şeytanla Kongar’ın ne ilgisi olabilir? Şeytan niçin Kongar’ı savunmaya kalkar derken yanıtın kutsal kitabımızda olabileceğini düşündüm. Kitaplığımdaki Elmalılı Hamdi Yazır tefsirini ve kuran meallerini karıştırdım. Meğer Allah biz insanları yaratmaya karar verdiğinde bu fikrini önce meleklerine açmış. Onların muhalefetine rağmen, bizi yaratmış sonra da meleklerin bilmediği bilgilerle donatmış. Arkasından hem melekleri hem de bizi, “bizim bildiğimiz ama meleklerin bilmediği sorularla” sorgulamış. İnsanlar doğru cevapları vermişler; melekler ise “sen bunları bize öğretmedin” nereden bilelim diyerek serzenişinde bulunmuşlar. Meleklerin doğru yanıtlar verememesi üzerine Tanrı; gördünüz mü? onlar sizden çok daha fazla şey biliyorlar demiş; arkasından meleklerden insana secde etmelerini istemiş. Aslında melek hem de baş meleklerden biri olan Şeytan tam bu sırada ortaya çıkmış ve haksız bulduğu duruma isyan etmiş. “Ben insanlara secde etmem demiş.” Demesine demiş ama karşılığında Allahın lanetine uğramış. BURAYA GAZALİ EKLE

Edindiğim bu kısa ve öz bilgi ışığından anladım ki ortada egemen güce boyun eğen, yat denildiğinde yatan, tüm bilgisini ve birikimini güçlünün haklılığını(!) ispatlamaya gayret eden Barlas’a karşın, isyan eden Kongar var. Ne yalan söyleyeyim, Kongar’a hak verdim, onun tavrını doğru buldum. Haksızlık öylesine incitici, öylesine insanlık dışı öylesine aşağılık bir kavramdır ki karşı konulması, önce insan, sonra aydın olmanın olmazsa olmaz koşullarının ilk sırasında yer alır. Ya da İnsan “isyan”dır.



Zorunlu olarak ara verdiğim yazma kararımın akabinde, halledilmesi gereken ufak bir sorun olduğunun farkına vardım. Okuyucu profili tanımı yapmalıydım. Feleğin çemberinden geçmiş kırk yıllık okurların kitabımla ilgilenmelerine gönlüm razı olmazdı. Onlar zaten en okkalı kitapları okumuşlardır, sanırım, sadece ağır ve kompleks yeni metinlere taş çatlasın şööyle bir göz atabilirler ancak. Böylesine oldukça basit ve konuşurmuşçasına yazılanlar onlar için fasa fisodur. Yazdıklarımın kolay anlaşılabilir olması onların gözünde benim adıma eksi puandır. Bu yüzden okurlarım zorunlu olarak gençler olmalıdır ki onlar duygularını saklamayı bilmeyenlerdir. Örneğin “ilk müslümanlar Mekkenin züğürtleri değil de zenginleri olsaydı faiz haram kılınmayabilirdi” dediğimde hiç çekinmeden “yok devenin nalı” diyebilecekler yalnız onlardır. Hoppala zeybek, alakaya çay demle, sen kafayı yemişsin, ebenin örekesi v.b. deyimleri sular seller gibi bilmelidirler ve yerinde olmasına aldırmaksızın rahatlıkla kullanabilmelidirler.

Nihayet sadede gelebildim. Hiç sulanmayın ve sadedimin adresini sormaya kalkışmayın. Cevap vermeyeceğim. Sadedimle baş başa kalmaya kararlıyım.

Her şeye karşın eğer meyhane akşamlarımızın son türküsü, Nesimi’nin Ben melamet hırkasını kendim giydim eğnime/ Ar-u namus şişesini taşa çaldım kime ne? şiiri üzerine bestelenmiş türkü olmasaydı; mükemmel kulağa ve davudi sese sahip Nuri Abi bu türküyü eksiksiz biliyor olsaydı, yukarıda anlattığım sebepler dolayısıyla yazarlığa kalkışmayabilirdim.



Çok sonraları “Haydar” olarak tanınan türkümüzün eksiksiz metnini bulabilmek gayretiyle Alevi-Bektaşi şiirlerini içeren kitapları karıştırmaya başladım. Amacıma ulaşabilmem hayli zor oldu. Deyimin tam anlamıyla “göbeğim çatladı.” Göbeğim çatladı diyorum çünkü bulduğum tüm metinlerde iki mısra eksikti daima. Nedense Sofiler secde ederler mescidin mihrabına/Benim dost eşiğidir secdegāhım kime ne? mısraları sansür edilmişti. Bu yüzden tam metni bulmak uğruna neredeyse Alevi ve Bektaşi şiirlerinin tümünü gözden geçirmek zorunda kaldım.

Sonunda buldum! Buldum ama bu arada istemeden de olsa Kaygusuz Abdal’ın Erliği ile anılır filan oğlu filan deyü /Anan yoktur baban yoktur sen benzersin piçe tanrı beytini de okudum. Bu dizedeki piçe sözcüğünün dört harfi yerine dört nokta kullanılıyordu. Kaygusuz Abdal aleviydi. Bin yıl önce yazılmış şiirin bin yıl sonra sansür edilmesi hayli tuhafıma gitti.



Üstü örtülü olarak “Manyak herif! Sana ne Nesimi’den, Kaygusuz’dan, önce iyi bir dünya vatandaşı ol, nasıl ödeyeceğini düşünmeden bol bol harca, faturalarını zamanında öde, kredi taksitlerini aksatma, kredi Kartı ödemelerini geciktirme, çocuklarını özel okulda okut” diyen yeni dünya düzenine ayak uydurmam gerektiğini biliyorum ama merakıma ve aklıma egemen olamıyorum. Aklım Nesimi’ye ve Kaygusuz’a uygulanan sansüre takılyor; merakım nedenlerini bulmaya çalışıyor. Bu arada para kazanmaya yeterince zaman ayıramadığım için faturalarımı geciktirmek zorunda kalıyorum. Sam amca kusuruma bakmaz umarım.

Türkümüzün eksiksiz metnini bulmak gibi oldukça sıradan bir amaçla çıktığım yolculuğumda, bırakınız oksijen tüpünü, şnorkel dahi almadan daldığım Alevi-Bektaşi deryasının derinliği ve zenginliği beni kendimden geçirdi. Beşiktaştaki bir parka neden Pir Sultan’ın değil de Süleyman Seba’nın heykeli konuluyor, bu işte bir terslik var diye düşünürken, aniden tersliğin ayırdına vardım. Alevi deryasında Seba’nın, Beşiktaş’ın ne işi var, nereden çıktı bunlar derken birden ayıldım. Gözlerimi açtığımda “merak etme her şey geçti” dediler. Arkasından, hastanenin ‘basınç odasında’ olduğumu söylediler. Sonraki açıklamalarından anladım ki daldığım ancak sığ sandığım Alevi Bektaşi deryasında boğulmaktan kurtulmuşum ama vurgun yemekten kurtulamamışım. Kendime iyice geldikten sonra Alevi-Bektaşi deryasında yaşadıklarım zihnimde canlanmaya başladı. Ya Alevi-Bektaşi şairleri olmasaydı Halk müziğimizin hali nice olurdu? AÇIKLA NEDEN?



Zaten namaz kılmaz, oruç tutmaz, haçça gitmez alevilerin müslümanlıkla pek ilgilerinin olmadığından kuşkulanır dururdum. Badeyi yasaklayan emevi islamı ile Sen münkirsin sana haramdır bāde bekle ki içersin öbür dünyada/ Bahs açma Harami bundan ziyade çünkü bilmez haram ile helali diyen ozanın islam anlayışları aynı olabilir miydi?Kirişnamurti



Olamazdı ve hiç bir zaman olmadı da. Yine Harami’ye müracaat edelim ve onun dizeleriyle:  Ey zahid şeraba eyle ihtiram, müslüman ol bırak bu kıl-u kali/Ehline helaldir na ehle haram, biz içeriz bize yoktur vebali diyelim; bu türkümüzü seslendiren Erkan Oğur’un “müslüman ol bırak bu kıl-u kāli” yerine “insan ol dünyada bu dünya fani” demeyi tercih etmesinin nedenlerini sorgulayalım. Aslında sorgulama konusunda emin değilim. Belki de sorgulamamız gerekmez bile. Zira, ne yazık ki Türkiye’nin Başbakanı olmuş zır cahil Tansu Çiller’in kendisine yakışır bir yanlışlıkla “ayan bayan” dediği gibi her şey “ayan beyan” ortada. Tabii ki korkudan. Tek bu durum dahi dinin ne kadar hoşgörüden uzak olduğunu anlatmaya yeter. Biliyorum şimdi birileri çıkacak “ cumhuriyet döneminde yok ama Osmanlı İmparatorluğunda gayrı müslimlere karşı hoşgörü vardı” diyecekler. Kısmen doğru olan bu ifadede yanlış olan kısım; hoşgörünün islamdan kaynaklandığının sanılmasıdır. Oysa dinlere, dillere, etnisiteye özgürlük tanınması imparatorluk gereğidir. Aksi takdirde imparatorluk değil devlet olunur. Bu yüzdendir ki tüm görkemine ve oldukça geniş topraklara sahip olmasına karşın Bizans, imparatorluk olamamıştır. Çünkü İsa hem tanrı hem peygamber olamaz, o sadece peygamberdir diyen Ariusçuları dışlamışlardır. Arkasından İsa’nın çarmıha gerildiğinde insan yanının çektiği acıları tanrı yanının da çektiğini söyleyenler ile tanrı yanının acı çekmesi olanaksızdır diyenler arasında çıkan çekişmeler neticesinde yığınla insan egemen görüş karşısında olmadık eziyetlere muhatap kılınmışlardır. Acı meselesi iyi kötü halledildikten sonra bu defa ikona davası ortaya çıkmıştır. Yaklaşık yüz elli yıl süren bu karışıklık inanılmaz boyutlarda kargaşaya yol açmıştır. Devam yaz.

Her şeyi bilmeyi isteyenler beni çok iyi anlayacaklardır. İçinize kuşku kurdu girerse; Dante’nin İlahi Komedyada dediği: Ey kurt, kendi kendine kudur/ Kendi kendini ye bitir’i olmuyor, kurt kendini değil sizi yiyor . Alevilik yanında Bektaşilik üzerine bulabildiğim tüm kitapları okudum. Kuşkumu giderdim. Haklıymışım! Aleviliğin müslümanlıkla hiç bir ilgisi yokmuş. Rahatladım. Eğer bu yazdıklarımı okuyanlar okursa, içlerinden Tübitak Bilim teknik Dergisinin şubat 2000 sayısının okuyucu köşesine mektup yazıp; Ben herşeyi bilmek istiyorum, bunun bir yolu var mıdır? diye soran Akçaabat Anadolu Lisesi 2.sınıf öğrencisi, ya da Ahmed Arif okurken To be or not to be değil/Cogito ergo sum hiç değil dizeleriyle karşılaştığında, Allah Allah! to be ile başlayanı biliyorum, olmak ya da olmamak demek, peki ama, Cogito ergo sum ne demek deyip, hemen bir Latince Türkçe sözlük alan birisi varsa niçin rahatladığımı çok iyi anlayacaktır.

Patronlarımı para kazanmanın yöntemleri konusunda (hemen hepsi öylesine haksız ve insafsız olmalarına karşın) asla eleştirmem. Onlar patron benim çalışan olmamdan bellidir ki kazanmayı benden çok daha iyi biliyorlar. Hani girişlikteki patronum vardı ya, onunla ilgili bir kaç söz söylemem gerekiyor. Sevgili patronum sıfırdan başlayarak oldukça yüklü bir servete ulaştı. Kazanmak için başvurduğu yöntemler ne olursa olsun, bunların içinde en önemlisi çok çalışmaktı. O Ahmed Arifl’le hiç ilgilenmediği gibi Cogito ergo sum’u da duymamıştır bile. Descartes isimli bir filozoftan, onun metod üzerine konuşmalar isimli kitabından haberi dahi yoktur. Filozof ne demektir ne iş yapar sorusunu sormak hiç gelmemiştir aklına ve asla gelmeyecektir. Zaten onun yaklaşık yüz sözcükten oluşan kelime hazinesinin doksansekizi para üzerinedir, kalan ikisi Allah ve Peygambere dairdir. İşte bu patronum benim Cogito Ergo Sum’uma saygı gösterir, ben de onun çalışmasına ve kazanmasına saygı duyarım. Saygı duymamam mümkün mü? Düşünsenize; yaşamını para kazanmak üzerine adamış, sonunda çok varsıl olmuş biri, varsıllardan beklenmeyecek bir şekilde bilgi birikimine, incelmişliğe karşı olumsuz tavır sergilemiyor. Madem para bende, ben her şeyi bilirim havalarına girmiyor. Aramızda 17 yıl kadar yaş farkı olan patronum, yaşam sürecinde tek amacının para kazanmak olduğunu biliyor, benim amacımın da Akçaabat Lisesi 2.sınıf öğrencisi gibi bilgi edinmek olduğunu fark etmiş, Çetin Altan’ın deyimiyle var olmakla varlıklı olmak arasındaki farkı görmüş. Yaşı da epeyce ilerlemiş. Artık bu saatten sonra var olmayı beceremeyeceğini anlamış. Varlıklı olmayı ve varlığını artırmayı aynı hızla sürdürüyor. Olabildiğince var olanlar karşısında saygılı davranıyor. Sabancı gibi yapmıyor. Eline mikrofon tutuşturduklarında ana dilini yaklaşık yüz kelime ile konuşabildiğini unutup her konuda ahkâm kesmeye kalkmıyor ve ahkâm keserken sözcük hazinesinin yetersizliği nedeniyle olmalı, tek bir kelimenin tekrarından oluşan cümleler kurmak zorunda kalmıyor. Son olarak, sevgili patronum parasıyla zevksizlik satın almıyor, ancak paranın ortaya çıkarabileceği vıcık vıcık görgüsüzlük ve sonradan görmelik akan tavırlar sergilemiyor. Her ne kadar sevgili patronum bir keresinde “Bende 50 mimar 40 mühendis 10 muhasebeci aklı var” demişse de, kendisine bu kadar hata kadı kızında da olur misali, 350 yıl önce yaşamış La bruyére’nin Kasasında çok tapu ve para biriktiren kişi kendisini dünyanın en akıllı insanı olarak görür lafını hatırlatmadım. Hatırlatmam biraz da salaklık olurdu. Ya kızar ve beni işten atarsa ne yapardım.

Umarım dikkatinizi çekmiştir, yukarıda bir yerlerde “patronum parasıyla zevksizlik satın almıyor” dedim. Bana hak verenler olabileceği gibi hadi canım sen de! Parayla zevksizlik mi satın alınırmış? Zevk ancak parayla alınabilir diyenler de olacaktır.. Haklısınız bizlere hep böyle söylendi. Para yoksa kalite yoktur, kaliteli yaşam ise hiç yoktur dendi. Sabancı bile Para Başarının Mükafatıdır isimli kitap yazdı. Oysa paranın asli, akli ve ideal görevi “istememe özgürlüğünü” sağlamasıdır. Aksi halde “Forbes’in” zenginlerini sıralamaya yardımcı olmaktan öte bir işe yaramaz.

Önceliği Forbes’in zenginleri sıralama görevini üstlenen yani zevksizlik satın alan paraya verelim. İstememe özgürlüğünü sonraya bırakalım.

Paranın nasıl sevksizlik ve görgüsüzlük satın aldığını anlatmadan evvel; anlatacaklarımın anlaşılabilirliğini kuvvetlendirir ümidiyle Tanşuğ Bleda’nın Maskeli Balo isimli kitabından alıntı yapalım.Gece Sabancı’nın Atlı Köşk’te verdiği resepsiyona davetliydik. Önce müze evi gezdik. El yazması Kuranların önünden geçerken ilgisini görünce Sabancı birini camekandan çıkarıp eline verdi. Ancak Paye (OECD genel sekreteri) açık olan sayfaya henüz dokunmuştu ki, kağıt toz haline geliverdi. Kıpkırmızı olmuş ve nadide bir sanat eserinin zedelenmesine neden olmaktan suçluluk hissine kapılmıştı. Binbir özür dilerken Sabancı “Önemli değil” deyip ufalanan kağıtları üfleyerek kitabı yerine koyunca bir an için Paye’le göz göze geldik

Yapı Kredi Yayınlarının olduğu Levent’teki plazada güvenlik görevlisi olarak çalışan birinden duymuştum.. Zaten demişti güvenlik görevlisi, Nejat Eczacı Bey hep söylerdi. Türkiyede, varlıklılar sanattan anlamazlar, anlayanlarınsa paraları yoktur. Güvenlik görevlisi bana şunu söylemek istemişti: Yapı kredi Bankası Münir Nurettin Bey’in seslendirdiği 4 CD’lik muhteşem bir çalışma hazırladı ama tamamını bankanın mevduatı en fazla olan mudilerine dağıttı. Sen burada boşuna aranıyorsun. Mudiler Münir Nurettin Beyin CD’lerini alırlar ama fantezi arabesk dinlerler. Onlar, para kazanmaya zaman ayırmaktan Münir Nurettin Beyin şarkılarını dinlemenin zevkine varamamışlardır. Dom dom kurşununu dinlemek daha kolaylarına gelir.

Zevksizlik ancak parayla satın alınabilir olmasaydı, Doğan Gurubu tarafından düzenlenen DYH Meeting 2007’ye katılan, dünyanın önde gelen basın devlerinin binlerce dolarlık giysili üst düzey temsilcilerinin önündeki sehpaların üzerinde, küçük plastik su şişeleri yerine, hadi çeşm-i bülbülden vazgeçtim, narin yapılı birer cam sürahi ve cam bardaklar olmaz mıydı? Mahmuzlu kovboy çizmeleri, kocaman tokalı kemerleri ve geniş kenarlı şapkaları ile bilinen Teksas kültürünü matah bir şey sanan Amerikalı’ya; Dünyada Vandallar adı ile anılan ilk ve tek kavmin yaşadığı kuzey avrupayı temsil eden Danimarka basını temsilcisine cam sürahi ile plastik şişe arasındaki farkı anlayamadıklarından dolayı söyleyecek fazla söz bulamıyorum da ya bizimkilere ne demeli! Taa Luvilerden başlayan Anadolu medeniyetlerinin birikimini DNA’larında taşıyan Ertuğrul Özkök ile Nuri Çolakoğlu’nu nasıl hoş karşılayacağız. Ya da hoş görmemiz gerekir mi? Gerekmez! Zira onlar “istememe özgürlüğünü” bilmezler ama eminim her yıl yayımlanan “Forbes Listesini” sıkı takip ederler.

Zevksizliğin “ancak parayla satın alınabileceğine” dair tespitimizi; bilahare devam etmek üzere bir kenara koyalım ve istememe özgürlüğünden söz edelim.





Merak edenler olabilir. İstememe özgürlüğünden ne anladığımı izah etmeye çalışayım:Yetmişli yıllardı... Sokaklar, lastik çizme üstüne kürk manto giyen kadınlarla doluydu. Gördükçe sinirlenirdim. Neymiş efendim? Moda! Gri pantalonumun altına güç bela bulabildiğim bordo renkli ayakkabılarıma uyacak bordo çorap bulacağım diye yırtınırken, müteahhit hemşerimin, bulunduğum mağazaya gelip, renkleriyle ilgilenmeksizin avuçlayabildiği kadar çorabı alıp, kasaya yönelmesine de çok şaşırırdım.

Günümüzde daha beterleriyle karşılaşıyorum ama artık şaşırmıyorum! Birisi takım elbise altına spor ayakkabı mı giymiş? Yeni eğilim bu. Dünyanın en zengin insanı öyle giyiniyor.

Parası bol adam balık lokantasına gidiyor. Baş köşeye oturtuyorlar. Lüfer ızgarayla konyak içmeye kalkıyor. Lüferle “rakı” iyi gider; diyemezsiniz!.

“Hanzostan’ın en zengini böyle yapıyor da ondan”, der ve konyak içer.

İstanbul boğazında yalısı var. Karısına Hummer almış.

“İyi de; Hummer Boğaz’ın eski dar sokaklarına sığmaz” .......

Sığmasın!

“Yalıya hummer değil tekne yakışır! Kıro işte! ......

Kıro mıro ama, para onda...

Herhangi bir tavırları dolayısıyla “kıro” olarak tanımlanmaktan “rahatsız olacak” insanlar, niçin Para’nın belirleyici rol üstlendiği kıroluğa, aldırmaz görünüyorlar?

Sahiplerini, böylesine pervasız ve pertavsız konuşturabilen, patavatsız kılan “para”nın gücü nedir?

Para nedir? Ne yapar?

Rahmetlik Sabancı: “Başarının Mükafatıdır” derdi.

Çetin Altan’a göre “Var olmanın değil ama varlıklı olmanın aracıdır”.

Sizi dünyanın en nüktedanı yapar.

En yakışıklısı oluverirsiniz... Değil mi ki? “Erkeğin güzelliği: Parasıdır”.

Berbat giyinseniz bile rüküşlüğünüzün farkına asla varamazsınız. Etrafınız; giyiminiz üzerine methiye düzenlerle doludur.

İstediğiniz zevksizliği satın alır; görgü kurallarını iplemezsiniz.

Sözünüze güvenilir.

Sözünüzde durmasanız dahi, birileri neden sözünüzü tutmadığınızı, yığınla haklı gerekçe ileri sürerek izah ederler.

Horatius, yüzbin Sesterce’si olmayanın, insan yerine konulmamasını biraz ayıplamış olsa da, kanımca pek haklı değildir(!)

İşin en güzel yanı, bir süre sonra herkesten daha zeki, daha yakışıklı, daha nüktedan, en güzel giyinen; kısaca herşeyin en iyisini bilen, en iyisini yapan olduğunuza, kendiniz de inanırsınız.

Haksız da sayılmazsınız!

Para kazanmaktan vakit çalıp, La Bruyére’yi okumaya fırsat bulamamışsınızdır. Biliyorsunuz önceki sayfalarda da öz etmiştim La Bruyere’den: “Kasasında en çok tapu ve para biriktiren, kendini dünyanın en akıllı insanı olarak görür” dediğini ve haklılığınızı(!) 400 yıl önceden teslim ettiğini hatırlayalım.

Ama yine de, yeniden sorayım...

Para nedir?

Bana göre ne olduğunu yukarıda yazdım ancak, bazılarına göre “İstememe özgürlüğü” sağlayan araçtır.

Çoğunluğun “Yapmakla-yapmamak” arasında tercih hakları yoktur. Yapabilecekleri sınırlıdır. Zorunlu olarak onu seçerler.

Kısaca; “istememe özgürlükleri” yoktur.

İstememe Özgürlüğü: Satın alabilme olanağınız varken, kendi rızanızla vazgeçmenizdir.

Vazgeçilenin büyüklüğü, hem paranızın boyutunu, hem de paraya egemen olduğunuzu gösterir.



Reddettiğiniz her büyüklük, “incelme yoluna” koyduğunuz, çok iyi işlenmiş bir “Doğal Taş’tır”.

Vazgeçilen bir sanat eseri ise “reddedilenin büyüklüğü” kuramı tersine işler.

Guernica’ya sahip olma olanağınız varken vazgeçerseniz, istememe özgürlüğünden değil, dangalaklıktan söz edilebilir.

Sanattan uzak yaşam; yaşanmasa da olur.

Hani alevilikle ilgili kuşkularımı giderince rahatlamıştım ya, rahatlığımı arkadaşlarımla bölüşeyim dedim. Yetişkinlerin hepsi Üniversite bitrmiş bireylerden oluşan ailecek sohbetlerimizin birinde sazı aldım: Geçenlerde Tahsin’in elinde alevilikle ilgili Erdoğan Çınar’ın yazdığı kitabı gördüm ve dedim ki: “Alevilerin müslüman olmadığını söylüyorsa” doğru bir kitaptır; okumaya değer; söylemiyorsa hiç okuma!

Aleviliğin, Türklerin orta asyadaki inanç sistemiyle Bizans kültüründe asimile olmuş kadim anadolu halkının inanç sisteminin harman edilmesi sonucu doğduğunu ve sadece Anadoluya has olduğunu anlatmaya başladım. Hazır bulunanların hepsinden kat kat zengin ve şaşılacak bir şekilde bilgi edinmeye de diğerlerinden daha fazla meraklı olan arkadaşım: İslam kaynaklarında, tefsirlerde, kuran meallerinde aleviliğin islamın bir mezhebi, alevilerin müslüman olduğu açıkça yazılıdır diye karşı çıkınca bende şafak attı. Belli ki sen hiç meal ya da tefsir okumamışsın. Zira islam dininde mezhepler, Kuranın indirilmesi ve tamamlanmasından hayli zaman sonra ortaya çıkmışlardır. Bu nedenle hiç bir tefsirde, mealde mezheplerden söz edilmez, edilemez dedim.

Demesine dedim ama halt(!) ettiğimi de sonradan fark ettim. Zira unuttuğum bir şey vardı. Arkadaşım varsıldı. Varsıllığı nedeniyledir ki zaten doğal olarak her şeyi bilirdi. Arkadaşıma haksızlık etmeyeyim. Her Türk herşeyin en doğrusunu bilir ama konuşabilmesi için bulunduğu ortamın varsıllık ortalaması kendi ortalamasından düşük, ya da en kötü olasılıkla kendisine eş düzeyde olmalıdır. Şafağımın atmasının nedeni: arkadaşımı “bilgi birikimi yüksek” ender varsıllardan biri olarak görmemden ve diğer varsıllara benzemeyen tavırlar sergilemesini beklememden kaynaklanıyordu.

Para sahibinin dediğinin ve yaptığının doğru olmadığını söylemek salaklığını(!) nasıl yaptım bir türlü anlayamıyorum. Üstelik yıllar önce Exupery’nin Küçük Prens’i: Konuşmak anlaşmazlıkların kaynağıdır demek suretiyle beni uyarmıştı. İnsanlık hali işte, bazen dilimize sahip olamıyoruz. Dilime ve dahi düşünceme sahip olabilsem, Beylerbeyi Polis Karakolunun adının Sabancı Polis Merkezi olmasının biraz tuhaf kaçtığını ne aklıma getirir, ne de sağda solda söylerdim.

Yanılıyor olabilirim ancak Sabancı Beylerbeyine bir karakol yapıp hediye edecek kadar zengin olmasaydı, görgüden biraz sapmış bu tavrı sergileyemeyecekti sanki. Sabancı’nın da günahı yok galiba, belki de ona bu abuklukları para yaptırmıştır.

Her bilgiyi herkese sunmamalısınız. Nasıl ki Ferrari satın alabilmek için nicelik yetmez minimum niteliğe de sahip olmak gerekir.

Aleviliğin tefsirlerde yer aldığını söyleyen paralı arkadaşım vardı ya! birkaç akşam sonra beni yemeğe davet etti. Yemekte, son zamanlarda oldukça hırçınlaştığımı söyledi. Derdimin ne olduğunu sordu. Beni sağaltmakta kararlı gibi duruyordu. Engin parasıyla, pardon; bilgisiyle tavırlarımın nasıl olması gerektiği hususunda beni aydınlattı(!) Arkadaşımın beni aydınlatma gayretlerinden öylesine etkilendim ki taa onbin yıl öncesine gittim, Çandarlı körfezinin kenarında bir kayanın üzerine oturmuş Ege denizinde taş sektiren küçük bir Luvi çocuğuymuşum hissine kapıldım. Arkadaşımın: Şunu da açık açık söyleyeyim: Hiç kimsenin arkadaşlığına ihtiyacım yok demesiyle, sektirmeğe hazırlandığım son taşım denize düştü. Son taşım, denize düşerken nasıl bir ses çıkarması gerektiğini bana sorsaydı, sessizce düşmesini söylerdim. Taş bu ya işte; ne beklersin! sen git densizliğin alasını yap, suya değer değmez “gulg” diye bir ses çıkar, gürültüden uyanıp kendime gelmeme neden ol. Okuyucum ise arkadaşımın sözlerinden dolayı irkildiğimden için kendime geldiğimi sansın ve arkadaşım hakkında yanlış kanıya varsın iyi mi! Arkadaşımın, kimsenin arkadaşlığına ihtiyacım yok demesinde hiç bir kompleks(!) olmadığını hepimiz biliyoruz. Dikkatsiz taş ne olacak!

Dikkatsiz ve düşüncesiz taşım denize düştü gitti. Onu dipte bırakıp arkadaşıma şunu söylemek isterdim: Ey benim arkadaşlığıma muhtaç olmayan arkadaşım. Seninle yaklaşık 15 yıldır görüşüyoruz. Çeşitli konularda laflarken sık sık, her söylediğine karşıt olmakla suçlardın beni. Doğru şeyler söyleyin de itiraz etmeyeyim derdim. Ayrıca ve ancak hiç dikkat etmezdin ki karşı çıkmadığım konuşmaların da vardı. Örneğin iş yaşamına dair konuştuğumuzda çoğunlukla onaylayarak seni dinlerdim. Çünkü iş konusunda benden çok ama çok fazla başarılıydın ve Sabancının deyimiyle mükafatı yani parayı kazandın. Sana bu konuda söyleyeceğim olabilemezdi, dinleyebilirdim sadece ve her daim öyle yapmışımdır. Ama bilgi edinmeye yönelik açlığım sende yok. Picasso ile ilgili bir anekdot anlattığımda, dadizmle kübizmi karıştırdığından olacak, Picasso’nun dadist olduğunu söyledin, ona bile ses çıkarmadım. Herkes bildiğinden emin olduğu konularda konuşmalı. Sen para kazanmanın yollarını anlat. Picasso, dadizm, kübizm, alevilik v.b. başkalarına kalsın. Para kazanma konusunda nasıl ben senin konuşmalarını dikkatle dinliyorsam sen de benim ilgi/bilgi alanıma giren konularda aynı özeni göstermelisin. 40 yaşından sonra okumaya başlamak iyidir ama bir yere varılamaz. En fazla Dilipak olunur; yani bir konuda laf açılmışken o konuda kimlerin neler söylediği papağan gibi tekrarlanır durulur ama konuşmacının ne dediği belli değildir.


İnsan hangi ruh haliyle “Hiç kimsenin arkadaşlığına ihtiyacım yok” diyebilir? Rahatlıkla arabaya, eve, paraya ihtiyacım var diyebilen insanlar nasıl olur da arkadaşa ihtiyacım yok diyebilir. Oysa, arkadaş kavramı ihtiyaç skalasının ilk basamağında yer alır. Üstelik arkadaşlık ihtiyaç üzerine bina edilmez. Hiç arkadaşım yok, bir kaç arkadaş edineyim güdüsüyle yola çıkan insan sanırım hiç yoktur. “Arkadaşa ihtiyacım yok” sözün sarf edilebileceği ortam kaygısız konuşmaların yapılabileceği bir ortam, zorunlu olarak bir araya gelmiş insanların havadan sudan konuştukları zemin olmalıdır. Arkadaşa ihtiyaç duyulmayan bir yaşam olabilir mi?

Olabilir. İnsan eğer “ben’ini” öne çıkarmaya başlamışsa her şeyi söyleyebilir. Onun artık bakışları bozulmuştur ya da bozulmaya başlamıştır. O artık Ben’inden başka herkesi küçük görme moduna girmiştir. Doğal olarak yaş dolayısıyla yakın görememe sorunu yaşamaya elan başlamamış olan genç okurlar ile yakın görme bozukluğu oluşmuş ama görme bozukluğunun henüz farkına varamamış erken orta yaşlılar için anlatmaya çalışayım. 40’lı yaşlarımdaydım. Bir sabah traş olurken baktığım aynada kafamın küçüldüğünü gördüm. İnsanın her yanı ufalabilir belki ama kafası ufalmaz sanırım. Ufalmanın nedenini bulabilmem için okuma güçlüğü çekmeye başlamam gerekiyormuş. Harfleri üst üste basmaları mümkün olamaz bu basım evlerinin deyip, göz doktoruna gidince her şey anlaşıldı. Meğer yakın göremez olmuştum. Yakın görememek, yakındakini dediğim gibi küçük görmekle başlar ve bu görme kusurudur. Gözdeki görme kusuru gözlükle ya da basit bir operasyonla düzeltilebilir ama asıl önemli olan beynimizde oluşan görme kusurudur. Beynimizdeki görme kusuru yakındakileri uzak, uzaktakileri büyük gösterir.

Çarli restoranda konuşmalarımızın hararetlendiği bir gün, “ama demişti Ahmet İncil değiştirilmiştir ancak Kuran Allah tarafından korunmuştur, Kuranda 6666 ayet vardır ve bu sayı hiç değişmemiştir!”. Nazım’ın deyimiyle “bu sözler duyulur da durmak olur mu?” Tamam! Durmayasına durmayalım da 12 sözcükten oluşan ve tümü yanlış bu tümcenin düzeltilmesine önce neresinden başlayalım?

Kur’anda 6666 ayetin hiç bir zaman var olmadığından mı? İncil’in değiştirildiğinin söylenebilmesi için karşılaştırılabilecek değişmemiş bir orjinal incil olması gerektiğinden mi? Aynı Allahın Kur’an’ı koruma altına alıp, İncil’i bir kenara atmış olmasına inanmaktaki akıl dışılıktan mı? İncil, İsa’nın eylem ve söylemleridir diyen bir din anlayışında, değil dört, yüzdört incilin bile olabileceğinden mi?. Bu yüzden incili, ille de benzetmek gerekiyorsa belki islamiyetin hadis kitaplarına ve sünnetlerine benzetilebileceğinden mi?. İncillerin birbirlerinden farklı olmalarından daha doğal bir şey olamayacağından mı? DEVAM YAZ. 325 İZNİK KONSİLİNİ VE DİĞER EKÜMENİK TOPLANTILARI YAZ. İNCİLLERDEN ÖRNEK VER

Her Türk her şeyi bilir(!) ve onun için her konuşma aynı zamanda küçük bir “muharebedir”. Muharebeler kaybedilebilir ama savaşı kazanmak gerekir güdüsüyle her daim farklı cepheler açar. “Bok altında kalır laf altında kalmaz” deyişini sanki matah bir şeymişcesine haklı çıkaracak yeni girişimlerde bulunur. Gerekirse konuyu değiştirir. Ne kadar anlatırsan anlat, o sadece kendi bildiklerinin doğruluğunu savunur. Çok sıkışırsa “sen ne söylersen söyle, anlattıkların benim anlayabilmemle sınırlıdır” der; bu halin ulu orta söylenmemesi gereken, aslında utunılacak bir durum olduğunu dahi düşünemeden, sonu çıkmaza giden yeni bir yola girer. “Denizi testiye dökersen ne alır?/ Bir günün kısmetini” diyen Mevlana'ya nazire yaparcasına kabahati testiye değil de denize yükler. Çok değil de çok çok sıkışırsa, sizi dinsizlikle suçlar. Ona göre “dinli” olmak insanlığın olmazsa olmaz koşuludur. DİN’in zorunluymuşçasına tanımlanmasına dair ilave yap.



Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Yusuf abi yukarıda göründü. Yalpalaya yalpalaya bize doğru yürüyordu. Belli ki kafası kıyak. Ahmet yanımızdan sesleniyor: Ulaaaa Yusuf!. Gelmeeee, gelmeee . Hasan burada. Seni de dinden çıkaracak.

Konuştuğumuz kişi söylediklerimizi anlayan biriyse konuşmanın tadına doyum olmaz. Konuşmak cinsellikten daha önemlidir. Zira cinsel açlığını kendi kendine giderebilirsin ancak kendi kendine konuşamazsın. Yanlış oldu, konuşursun da görenler hakkında iyi şeyler düşünmezler. Arada iyi düşünenler olursa onlar da en iyi ihtimalle sizin tımarhaneye tıkılmanıza yardımcı olurlar. Bu arada Küçük Prens’i tekrar hatırlayalım. Her ne kadar Konuşmak anlaşmazlıkların kaynağıdır demişse de, kasttettiği farklı düşünen iki insan ya da insanla hayvan arasındaki konuşmalardır.

İncil değiştirilmiştir Kur’an değiştirilmemiştir diyen Ahmet’le yaptığımız bir başka konuşmamızda; neden dünyadaki tüm inanmış erkeklerin müslümanlığı seçmediğini, tüm kadınların ise müslümanlığı terk etmediklerini hep merak ederim demiştim. Ama dedi Ahmet: Dün gece televizyonda Bayraktar Bayraklı Hoca’yı dinledim. İslamiyetin kadınlara pek çok haklar getirdiğini, bunlardan en önemli iki tanesinin ise, kız çocukların diri diri kuma gömülme geleneğini ortadan kaldırdığını ve erkeklerin 10 kadınla evlenebilme haklarının dört kadınla sınırlandırdığını öğrendim.

Ahmete sordum: Hiç düşündün mü? Bir toplum kız çocukları öldürüyorsa toplumda erkek sayısı çok, kadın sayısı az olmaz mı? O toplumda on kadınla evlenmek isteyen erkek, on kadını nereden bulacak? Bu işte bir terslik yok mu? Bir hayli düşündükten sonra galiba haklısın dedi. Ahmete söylediklerim bunlar ve benzerleriydi ancak gazetelerimizde köşe kapmış yazarlarımızın, badem bıyıklı TV yorumcularımızın çoğu kısa zamanda ünlü olmaları, yazdıklarının ses getirmeleri sonucu olacak, bilgi birikimlerindeki eksilliğe aldırmadan diledikleri alanlarda at koşturmaya pek meraklı olduklarını hatırlayınca, Ahmetten fazla şey beklediğim kanısına vardım. Her biri birer Ahmet idi. Hatta Ahmet bile değillerdi. Zira Ahmet hiç değilse haddini biliyor. Bir daha Ahmet’in yanlışlarına vurgu yapmaya kalkmadım. Lütfen düşününüz. Üniversite sınavlarında en az puan alınarak girilen yerler genellikle iletişim fakülteleridir, buna karşın dünyayı çözümlemeye soyunmuş olanların neredeyse tamamı bu okullardan mezun olmuş gazetecilerdir. Hani biraz daha fazla puan almış olabilseler, belki bir şirkette ekonomist, bir bankada memur, bir okulda öğretmen, ödenmemiş çekleri tahsil etmek üzere icra dairelerinde koşuşturan bir avukat olacakken üniversite sınavlarında aldıkları düşük puanların yönlendirmesiyle zorunlu olarak gazeteci olmuşlardır.

İşte bu mecburi gazetecilerin yazıları ve söyleşileri öylesine sığ ki, kendilerini derya sanıp balıklama dalanlar kesinlikle tepe üstü deniz tabanına çakılma sonucu hayatlarını kaybederler.

Gazetelerin köşe yazarları da nerden çıktı demeyin. Bir yerden çıkmadılar, hep vardılar. Çetin Altan gibi hakkında iyi söz söylesem dahi “hadi oradan sen kimsin de beni takdir ediyorsun” deme hakkına sahip duayenler bir tarafa, kalanlar arasında ayakları yere basan, sağlam mantığa sahip çok beğendiğim Kürşat Bumin, SP lideri ile seçim öncesi dinci kanalların birinde katıldığı programda, türban özgürlüğü hakkında neler düşünüyorsunuz diye sorunca , derin sandığım deryaya balıklama atlayıp kafa üstü çakılan ben oldum. Düşünsenize, türban özgürlüğü diyor!. Hem türban! hem özgürlük! Kafa üstü çakıldıktan sonra hala bunları yazabildiğime göre vartayı atlattığımı anlıyorsunuzdur. Ölmedim, çünkü dinci kanalımızın yetkilileri beni hemen kanal sahibinin F tipi hastanelerinden birine kaldırdılar. CIA’nın Azraili tehdit etmesi sayesinde hayata döndüm(!).

Talimatın kimden geldiği önemli değildir. İster kul sahibi Allahtan, İster köle sahibi Adem'den gelsin. Talimat talimattır. Mutlaka uyulacaktır. Bu işte özgürlük mözgürlük yoktur. Kulların ve kölelerin dilediklerini giyebilme özgürlüğü olabilir mi? Ayrıca Kur’an, kadınlara ziynetlerinin yani “cinsel objelerinin” örtünmesini emretmiştir; saçlarını değil. Ziynetlerin örtünmesine gelince; mesele ziynetin ne olduğunu tanımlamakla çözülür. Sokakta göğüs dekoltesinin sergilediği yer ziynettir ama normal bir plajda tanganın açıkta bıraktığı alanları kimse ziynet olarak algılamaz. Günümüzde saç ziynettir diyen ve saç görünce bir tarafları harekete geçen erkek varsa sorunun çözümü saçları örtmekte değil, o erkeği tımarhaneye kilitlemektedir.

Ey türban savunucuları! Siz bu işi Allahtan iyi mi biliyorsunuz ki örtünmek özgürlüğünden söz edebiliyorsunuz. Allah, yarattığı kullarını iyi tanıyor. Kullarından dişi olanların doğalarında ziynetlerini sergileme eğilimi olduğunu biliyor, onların örtünmesini istiyor. Peki siz neye dayanarak “örtünme zorunluluğunun” adına “örtünme özgürlüğü” diyebiliyorsunuz.

Zemherinin ayazında mini etek giyen dişi kullar vardır amma! Eminim şık görünmek arzusuyla kısa pantalon giyen erkek kullarla karşılaşan hiç olmamıştır.. Örtünmek kadın doğasına aykırı iken örtünmenin özgürlüğünden nasıl söz edilebilir? Ve en önemlisi, kadın doğasına aykırı bir davranış biçiminin insan haklarına aykırı olmadığı zımni olarak da olsa nasıl savunulabilir! Güzel görünme dahil olmak üzere insanlar bazı doğal davranışlarına ket vurabilirler ama, bu durum özgürlük sözcüğü ile ifade edilmez. Olsa olsa feragat denebilir. Yani bir müslüman kadın: Güdülerim gereği sergilemekte olduğum ziynetlerimi bundan sonra sergilemeyeceğim diyerek rızasıyla örtünmeyi seçebilir. Razı olmak, rıza göstermek eylemlerinde asla özgürlük yoktur. Bir korku karşısında boyun eğiş, bir güce teslimiyet vardır.

Zevksizlik ancak çok parayla satın alınabilir mealindeki görüşüme katılıp katılmadığınızı bilemiyorum; fikrimi doğrulayan bir olayla yakın zamanda tekrar karşılaştım. Bir tanıdığımın oğlu nikah davetiyesini verdi. Davetiyenin boyutlarına belki inanmayacaksınız; 40x10x0.4 cm idi. Sevdiğine kavuşma gayretindeki delikanlımızın parası az olsaydı, böylesine pahalı bir çirkinliği satın alamayacaktı. Belki de Seçil ve Mehmet gibi yapacak, eskiden hemen her büro masasında yer alan, küçük bir plastik tablaya takılı iki eliptik metal parçası üzerinde hareket eden takvim yapraklarında, nikah günlerini gösteren yaprağı koparacak, el yazısı ile üzerine davetiye metnini yazacak, fotokopiyle çoğaltarak davet edeceği kimselere dağıtacaktı. Ve böylelikle hani Nobel Davetiye ödülü dağıtılıyor olsaydı kesinlikle ödülü kazanmış olacaktı. (Söylemeden de edemeyeceğim bu Mehmet’in bence müthiş buluşuna Seçil ne dedi hiç haberim yok.)

Üyesi olmamız halinde bizi bu tür görgüsüzlüklerden arındırırlar beklentisiyle genel olarak karşı olduğum AB’ye ara sıra evet demek geliyor içimden. Düşünsenize! Paramızla “bok kanalı” pardon kokoreç yememize bazı sınırlamalar getireceklerini söylüyorlar. Olur ya! 40 cm uzunluğunda davetiye basılmasını da engellerler belki.

Sonra birden Anna’nın “sen nasıl AB yandaşı olursun” diyen sesini duyuyor ve utanıyorum. Mor odada doğan Anna Komnena 900 yüzyıl öncesinden sesleniyor, bizleri adam etmelerini umuduğum insanların latin köpekler olduğunu, onların bana verebilecekleri insanlık dersi olamayacağını hatırlatıyor, ne Araptan ne Acemden, ne Latin’den ne de melez ABD’den alabileceğin şeyler vardır diyor. Anna’nın Arabı, Acemi, Latini bilmesini anladım ama ABD’yi de bilebilmesine anlam veremedim. Kendisinden 700 yıl sonra ortaya çıkan ulusu nasıl bilebilir. Galiba dedim Anna’nın bana seslendiği falan yok, anlaşılan zamanlar arasında kaybolmuşum. Belki de halusinasyon görüyorum. Anna tekrar sesleniyor, ben diyor yaşayan bir ölüyüm. Senin canlı benim ölü olduğum üçüncü milleniumdaki dünyayı okuyamamana şaşırıyorum! beni sen anlayamazsan kim anlayabilir diyor?

Öylesine bön bön baktığımdan olacak bir şey anlamadığımı hissetmiş ki kulaklarını iyice aç ve beni dinle; ama öncelikle anlamana yardımcı olacağını düşündüğüm bazı bilgileri belli ki iletmem gerekiyor dedi ve açıklamaya başladı. Bilinenin aksine Roma imparatorluğu, Bizans imparatorluğu, Osmanlı imparatorluğu adları verilerek yapılan betimlemelerin tümü hatalıdır. Aslında ve gerçekte İmperium Romanum I, İmperium Romanum II, İmperium Romanum III, İmperium Romanum IV var olmuştur. İngiliz imparatorluğu, Cengiz imparatorluğu gibi bazı adlandırmalar varsa da onların emperyal özellikleri olan ama orbis romanum hüviyetini taşımayan, geniş arazilere sahip büyük devlet olmaktan öte vasıfları yoktur. Anlatmaya devam etti. Anna haklı. AB kim oluyor? Ben Anadoluyum. Arabamın arkasına AB’ye hayır ABD’ye de! tabelasını koymakla çok doğru yapmışım. Anna uyarmasaydı bunları düşünemezdim bile. Sadece 200 kişiyle tüm güney amerikayı kılıçtan geçiren barbar Cortez’in Latin olduğu, torunlarının bugün bize AB adı altında medeniyet satmaya çalıştıkları nereden aklıma gelebilirdi ki? Keza Bizans tarihçileri de barbarlardan söz ederken daima batıda yaşayan uluslara işaret etmemişler miydi?

Çoğunluğunu Selçuklu’dan bir kısmını Bizans’tan devir aldıkları Anadolu halklarını tam 600 yıl koyun misali “anadolu ağılına” kapatan Osmanlıyı, namı diğer üçüncü Roma’yı istemeden olsa da yaptığı bu hatasından dolayı affedemiyorum. Osmanlı ne Bizansın mirasçısı olmayı hakkıyla becerebildi ne de Anadolu medeniyetlerinin kıymetini bilebildi. Avusturya Macaristan İmparatoruna “sen de kim oluyorsun, dünyada tek imparator var o da benim “ mealinde bir mektup gönderen Kanuni Sultan Süleyman , “müslim, gayrımüslim Osmanlıların Acemlerle evlenmesi yasaktır” kanunnamesini yayımlayan Mehmed Reşad örneklerinde olduğu gibi tek tük yerinde çıkışlar yeterli olamamıştır anadolu halkının bilinçlenmesine. O yüzden bu halk bugün AB’nin eline bakmaktadır.

Anna haklı. Zorunlu olarak AB karşıtı olmalıyım.

Ürettikleri araçların arkasına, bu araç otomobil değil ama secaat arz ederken sirkatin söyleyen merd-i kıpti’ye nazire yaparcasına (sen) OTOSAN yaftasını perçinleyen bir büyük holdingimiz AB yanlısı iken ben nasıl AB’ye hayır demem.

Anna hala yaşıyor galiba. Uykumun geldiğini sezmiş olmalı. Aman ha! Belki unutursun İbni Fadlan’ı ve nasıl oruç tuttuğunu da mutlaka yaz dedi. Arkasından ben biliyorum ama okuyucun da bilmeli demeyi ihmal etmedi. Sanki bilgisayarın karşısına oturmadan önce Mustafa ile konuştuğumu biliyordu. Zira Mustafa’ya İbni Fadlan’dan söz etmiştim.

Mustafa; Biz Arabistandaki gibi bir müslümanlık istemiyoruz demişti, menzil gurubuna yakınlık duyuyordu ancak farkında değildi ki, menzil gurubu ve diğer tüm şeyhler, şıhlar anadolu müslümanlığı yerine arap müslümanlığı getirmeye çalışıyorlar. Sen karşı olduğunu söylediğin arap müslümanlığının Türkiyeye yerleşmesine alet oluyorsun dedim. Hayır asla! dedi. Peki: seninle yaklaşık 20 yıllık arkadaşız. Sizin evinize misafir olarak gelsem bu adam namahrem diyerek eşin, annen, ablan, kızkardeşin benden kaçar mı diye sordum. Kaçmaz dedi. O zaman sana Arap gezgin İbni Fadlan diğeri Maxim Rodinson’dan alınma iki olay anlatayım, ne tarafta olduğuna kendin karar ver dedim.

Önceliği Fadlan'a verelim. Kadınları erkeklerinden ve diğer erkeklerden hiç kaçmazlar, keza kadın hiçbir insandan kaçarak bir yerini örtmez. Bir gün birinin evine misafir olarak inmiştik, hep beraber oturuyorduk, erkeğin karısı da bizimle beraberdi. Kadın konuşurken fercini açtı ve kaşıdı; biz de kadına bakıyorduk; onun bu hareketi üzerine, yüzümüzü kapadık ve estağfirullah dedik. Bunun üzerin kadının kocası güldü ve tercümana : “ Onlara de ki, sizin huzurunuzda biz onu açarız siz de onu görür onu korursunuz ve bir kötülük yapamazsınız. Bu şekil onu örtmekten daha iyidir” dedi.

Maxim Rodinson: Olay büyük bir kargaşalığa yol açtı. Araplar hakkında Carlo Levi’nin Lucania köylüleri için söylediklerini aynen tekrarlayalım. “ Aşk ya da seksüel istek köylülerin gözünde o kadar güçlü bir tabiat kuvveti ve itilme olarak kabul edilir ki, hiçbir iradenin bu itilmeye karşı duramayacağına inanılır. Eğer bir erkekle bir kadın beraberseler, gözlerden ırak ve başbaşa kalmışlarsa, sevişmelerine hiç bir şey engel olamaz. Ne ölçüde kararlı ve iffet düşkünü olursa olsunlar mutlaka birleşirler ve eğer birleşmemiş bile olsalar, birleşmiş kabul edilirler. Burada sözü edilen olay Hz.Aişe-Safvan dedikodusudur.

Kafası karıştı Mustafanın, Bir kadının biryerlerini uluorta kaşımasını doğru bulmadı ama bir erkekle aynı mekanda kalmış olmasından “mutlaka yatmışlardır” sonucunun çıkarılmasını da hiç benimsemedi. Benimsememekte haklısın dedim. Anadolu müslümanı kadın, herkesin arasındayken fercini kaşımaz ancak erkeklerden de kaçmaz!

Artık anadolu islamı ile Arap islamı arasındaki farkın ayırdına varmıştır; namahrem kavramının doğuş nedenini anlamıştır diye düşünürken “ama bu anlattıklarının namahremle ne ilgisi var” var sorusunu yöneltince, bilgi aktarmakta yeterli olamadığımı idrak ettim. Belli ki Mustafa’nın karşısında adeta yeni bir şeyh konumunu üstlenememiştim. Mustafa’nın şeyhi olabilseydim sorgulama yapamazdı, dediklerimi aynen ve doğru olarak kabul ederdi. Belli ki şeyhini dinlerken nasıl kullanamıyorsa aklını, beni dinlerken de kullanamıyordu. Yeniden anlatmayı denemeliydim. Faydalı olur umuduyla kısa tümcelerle ifadeyi sectim

İbni Fadlan’dan yaptığım alıntıdaki Türk kadınına ...

Arap toplumunun adetlerini...

Kabul ettiremezsiniz...

Kabule zorlarsanız...

Sonunda...

Daracık uzun eteğine üzerine türban takan...

Ruj, oje, allık kullanan...

Kaşları kalemle çizilmiş...

Kara çarşaf altına g-string giyen...

Herkese açık parkta...

Erkek arkadaşının kucağına oturan...

Doğasına uygun ama...

İslamın kadına biçtiği yaşam tarzına uygun olmayan...

Eylemlerde bulunan kadınlar yaratırsınız...

Sonra kalkar...

Müslüman kadına yakışmadı dersiniz...

Kabahat kimdedir?...

Kadın doğasını bilmeyen sizde mi?...

Yoksa Arap kültüründe mi?...

Eğer Peygamber...

Evlatlığı zeyd’in evine gittiğinde...

Zeyd’in çok güzel olan karısı zeynep

Yarıçıplakken kapıyı açmamış olsaydı...

Zeynep’i o haliyle gören Peygamberde...

Zeynep’e yönelik duygular oluşmasaydı...

Bu duygudan sakınmak üzere Peygamber ...

Allaha yalvarmamış olsaydı...

Olayı duyan Zeyd...

Peygamber lehine karısını boşamamış olsaydı...

Akabinde...

Allah katında Peygamber ile Zeynep’in nikahının kıyılmış olduğu...

Azhap 37. Ayetle bildirilmemiş olsaydı...

Nihayetinde Peygamber Zeynep’le evlenmemiş olsaydı...

Belki de namahrem kavramı...

Eski bir arap geleneği olarak kalır...

İslam inanç sisteminde yer almayabilirdi...

Belki bu yüzden...

Benim eve gelip gidenler ile...

Karım Ayşe arasında...

Zeynep’le aramdakine benzer bir ilişki doğabilir kaygısıyla

Sanırım haklı olarak...

Evde olmadığı zamanlarda...

Müminlerin eve gelmelerini...

Yasaklamazdı...

Ve “namahrem” kavramı yeniden doğmazdı.





...İnsanın akıl yürütmeye kalkışmadan dinsel konularda söze boyun eğmesi, bu söz dinlemeye karşılık öbür dünyada ödüllendirileceği doğrudur elbette. ... Ama gene de O’nu (Tanrıyı) anlamak olanaksız ise, insanın anlamadığı şeylerden sorumlu tutulması ne kötü derken ne kadar da doğru söylüyordu Dostoyevski.

Bir türlü anlayamadığım gayretlerden biri de kadın erkek eşitliğinin sağlanması için gösterilen cabalar ve yazılan yazılardır. AKM’deki bir resim sergisini görmeye giden grubumuzdaki kızlara asansör kapısını açıp binmeleri yönünde reverans yaptığım zaman; neden kapımı açıyorsun? ben özürlü müyüm demişti Ulufer. Çok hoşuma gitmişti bu tepki. Ulufer özürlü değildi. Kendi kapısını açabilirdi.

Bundan sonra kadınlar hakkında bir şeyler yazmaya çalışacağım. Eğer bir kadın okuyucu bulursam sen kadınları hiç tanımamışsın demesin diye yaşadığım bir olayı öncelikle anlatmam gerek. Bir arkadaşıma doğum günü hediyesi almam gerekiyordu. Onlarca kravatına bir yenisini eklemeyeyim düşüncesiyle farklı bir şey bulmayı denedim. Suadiyede ünlü bir giyim mağazasının alt katında sıra dışı şeyler satıldığını biliyordum. Oraya gittim. Uygun ve farklı bir şey aranırken gözüme bir kitap ilişti. Kitabın adının “Erkeklerin Kadınlar hakkında bildikleri” olduğunu görünce hemen alıp incelemeye koyuldum. Kitabın ilk sayfası boştu. Bembeyaz bir sayfa. Olabilir dedim. Bazı kitapları böyle basıyorlar. Derken ikinci sayfasına baktım, a aaaa! O da boş. Üçüncü, dördüncü, kırkıncı, yüzüncü, dörtyüzüncü sayfaları da bembeyazdı. Kısaca kitap baştan sona beyaz yapraklardan oluşmuştu. İyi bir okur olarak diyebilirim ki şimdiye kadar okuduğum kitaplar içerisinde kendisini en iyi ifade eden kitap bu kitaptı. Erkekler kadınlar hakkında kitap yazmaya kalktıklarında böylesine sayfalar dolusu şey yazabilirler ama yazdıkları arasında okunacak bir tek harf bile yoktur. Tabii kadınlar hakkında yazan Einstein ise onun söyleyecek bir kaç lafı olabilir. Dünyada kaç einstein yaşamış ki “ bazı insanlar kadınları anlamaya çalışır, bazıları ise daha basit meseleleri, örneğin görelilik ‘kuramı gibi’” diyebilsin. Ama ben Einsteinden daha akıllıyım ya(!). Öyle yok görelilik kuramı, yok birleşik alanlar gibi basit şeylerle uğraşmam kadınları anlamayı gayet iyi beceririm. Einstein anlamamış ama ben şıp diye çözüverdim. Her şeyden önce kadınlar asla hata yapmazlar. Hatalı gibi göründükleri hallerde aslında erkeklerin yamukluğu söz konusudur. Tıpkı evliliklerinde olduğu gibi.

-Kadınlardan hoşlanır mısınız, Prens?

-Hayır!

-O halde budalanın tekisiniz.

Diyen Dostoyevski’nin nasihatlerine özellikle dikkat kesilinmesini ve “bir erkeğin haddini ancak ve sadece bir kadının bildirebileceğinin” gözden uzak tutulmaması gerektiğini aklımızdan çıkarmayalım.

Belki de bu yüzden canlıların sınıflandırılmasında arıza var. İnsan, hayvan gibi ana iki başlık fazla genel oluyor. Sanırım sınıflandırmayı Erkek, kadın, hayvan ya da kadın, erkek, hayvan şeklinde yapmak gerekebilir. Buna bile (ve sanırım) kadınların çoğu itiraz eder, kadın, hayvan, erkek şeklinde bir skala önerirler Erkek maymunların dişilerinden ne kadar farklı olduklarını bilmiyorum ama, bu konudaki vargımı açıklamam gerekiyor. Bir erkeğin bir kadınla olan ortak yanları, inanıyorum ki bir erkek maymunla olan ortak yanlarından daha azdır. Hani maymunlar biraz futbol takip etseler biraz da kafa çekip ülkelerini kurtarmaya ve düzeni sağlamaya, bu uğurda Beyazıt Meydanında bir kaç gorili sallandırmaya kalksalar, biz erkeklerden hiç farkları kalmayacaktır. Olur ya bir de “maymun şeyh” bulup nezaretinde iki zikir patlatsalar erkeklerin önde gideni olmamaları için hiç bir neden kalmaz.



Mutfağa dahil ettiğimiz balkonun zeminini parke döşedik. Parkeyi döşeyen usta, balkon zemini ile mutfaktaki fayans döşeme arasında geçişi sağlamak üzere ahşap bir çıtayı silikonlayarak yapıştırdı. Üzerine ağırlık koymamız gerekir deyince aklıma kitaplarım geldi. 14 ciltlik Avrupa müzeleri, 8 ciltlik istanbul ansiklopedisi, 10 ciltlik Elmalılı Hamdi Yazır tefsiri, kalınca 8 sözlüğü çıtanın üzerine koydum. En üste Bir Tutkudur Trabzon’u ekledim. Roma-Bizans ve Osmanlı imparatorlukları tarihleri ile Anadolu Uygarlıklarını da ilave edince zavallı çıtanın yapışmaya karşı olan tüm direnci kırıldı. Belli ki iyi bir gözlemci(!) olan parke ustası da “Oooo ! Mükemmel oldu; kitaplar bayağı işe yarıyormuş” dedi. Şimdi düşünmenizi rica ediyorum, tabii eğer aklınızı bir şeyhin emrine vermemiş ve onu kullanmayı hâlâ biliyorsanız, kitaplara bakış açısından antika Kuran’ın sayfasını üfleyen Sabancı ile parke ustası arasında fark var mıdır?

Süleyman başta Bektaşilik olmak üzere tarikatlar ve farklı inanç sistemleri üzerinde araştırma yapmaya pek meraklı. Ha bire anlatıyor. Ara sıra bir şeyler söylediğimde, söylediklerimi hemen onaylıyor ve anlatmaya devam ediyor. Çok dolu olduğunu fark ediyorum. Süleyman şu anda Mevlananın deyimiyle Kitap Yüklü Eşek gibi (buradaki eşşeklikten alınmamak gerek, hepimiz eşeğizdir de farklarımızı taşıdığımız yükler belirler, kimi kitap, kimi para, kimi kum taşır; kimi sevgi, kimi kin ve kıyısından köşesinden biraz bilgi.) Ya da Dilipak benzeri ki sırtında her şey vardır. Süleyman yük taşıyor olsa da yük olarak taşıdığı kitaplar (iyi ki kitap, kum da olabilirdi) ona sırtındakileri başkalarıyla paylaşmasını öneriyor, Paylaşmaz ve yükünü azaltmazsan yeni kitaplar yüklenemezsin diyor. Dolu dolu konuşmasından anlıyorum ki, sırtından indirdiği yüklerin kıymetini bilen nadir ambarcılardan biriyim. Ve Süleyman da biliyor ki yükünü indirdiği ambarımda kitaplarına gereken önem verilmektedir.

Geçen akşam gene dolu halde Beylerbeyine geldi. Belli ki yükü taşıyabileceği ağırlığın ötesine geçmişti. Tahliye şarttı. Yüklerinin bir kısmını indirdi. İşin hoş tarafı, beni Bektaşi sanıyordu. Olmadığımı daha önce söylemiştim. Sanırım bir insanın tanımlanabilir ya da adlandırılabilir bir görüşün yandaşı olmak zorunda olduğuna, benim de bir yola aidiyetim olması gerektiğine inanıyor. (Tıpkı Suat’ın inanç dışı söylemlerimden yola çıkarak beni Hristiyan olarak adlandırması gibi.) Belli ki beni Bektaşiliğe uygun görüyor. Değil mi ki, gündüz oruç tutup iftardan sonra şarap içmiş biriyim. Oysa dünyada tek bir Bektaşilik yoktur, ne kadar Bektaşi varsa o kadar bektaşilik vardır.

Konuşmalarından, henüz ortada bir “süleymanca’nın” olmadığını anlıyorum. Ağzından çıkanlar sözler sana ait değil diyorum. Haklısın diyor. Süleyman fikir üretmeğe başlamadığı sürece kitap, yük ve eşek üçlemesinin dışına çıkamaz . Süleyman sürekli aynı konularda kitaplar okumayı bir yana bırakıp farklı konulara da yönelmelidir. Aksi takdirde skolastik felsefe öğretisinin batağına saplanır; yani Orhan Hançerlioğlu’nun tanımıyla: “Belli bir konuyu incelemek demek, o konuda Aristoteles’in ne yazdığını okumak demektir. Daha derin bir inceleme, Aquinolu Thomas’nın Aristoteles’in bu yazısı üzerine ne yazdığını okumak demektir. Bilimsel bir incelemeyse Aristoteles’in ve Aquinolu Thomas’ın yazılarını tekrarlayan üçüncü bir kitabı okumak demektir .” mantığını ve Cengiz Bektaş’ın deyişi ile : Benim oğlum bina okur/Döner döner yine okur’ un Süleymana uydurulmuş şekli olan Bizim sülo Din’i okur/ Döner döner yine okur açmazını aşamaz.

Kitap seçerken farklı konulara yönelimin yönü pek çoktur kuşkusuz. Bildiğim yollardan biri tanrıları tiye alan yazarların yazdıklarını da eşelemektir. Örneğin Samsatlı Lukianos’un Seçme Yazıları bu iş için biçilmiş kaftandır. Ya da okumayı bırakıp, şimdiye kadar okuduklarını akıl imbiğinden geçirmeyi deneyebilir.

Süleyman aklını kullanmayı kenara koyup kimin hangi konuda ne dediğini okumaya devam ederse bir süre sonra aklını da kullanamaz hale gelebilir. Tarikatların ve şeyhlerin yaptığı da kısaca budur. Aklı kenara koydurmak. Şeyhe ve yoluna teslim olmak!. Teslimiyet bir kez gerçekleşirse artık kurtulmak olanağı kalmaz. Ancak mutlak bir gerçeği de yazmadan geçmeyelim: İnsan salt aklı kullanarak bir yere varamaz. Aklın kullanılması bilgi temeline dayanıyorsa işe yarar. AHMET GAZALİYİ İLAVE ET.

Geçen akşam Türklerde tek tanrı inancının çok eski olduğunu söyledi ve yanılmıyorsam eskiliğini onyedibin rakamıyla ifade etti Süleyman. Muhtemelen doğrudur ve öyle de olması gerektir. Zira uzun süre aynı inanç sistemiyle yaşayamaz insan. Adı üzerinde inanç akla aykırıdır. İnsanlar aklını kullandıkça Tek Tanrı, Çok Tanrı, Yok Tanrı ve yeniden Tek Tanrı, Çok Tanrı, Yok Tanrı üçlemesini tekrar tekrar yaşamak zorundadırlar. Günümüz her şeyi yoluna koyan(!) tek tanrı dönemidir. Devamında Yok Tanrı dönemi gelecektir. Geldiğinde ve egemen olduğunda Velikovsky’nin dünyaları tekrar çarpışmazsa Tanrılar bir daha geri gelemeyecektir.

Görme kusuru oluşması ortak yaşama ihanetin başlangıç evresidir. Gözde gelişen kusur gözün bedene ihanetidir.  Beyinde gelişen kusur eşlerin  ihanetinin ilk basamağıdır.

Bir tanıdığımın yazdığı romanların imza gününe katılmıştım. Davetli olmadığı halde hazır bulunanlardan biri ikide bir söz alıp konuşmayı şiir üzerine yönlendirdi. Katılımcılar arasında bulunan Marmara Üniversitesi Edebiyet fakültesinde öğretim görevlisi olan karı-kocanın dikkatini çekmeyi başardı. Sözün kısası şair olduğunu şiirlerinden birinin varlık dergisinin o ayki sayısında yayınlandığını söyledi. Ertesi gün varlık dergisini aldım. Davetsiz şairimizin Eylül isimli şiirini okudum. Şiirden aklımda kalan tek şey: Şairin “Küllerinden doğa doğa doğacak külü kalmadı” mısraını kullanabilmek amacıyla şiir yazdığı olmuştur. Şaiirimiz bana Necip fazıl Kısakürek’i anımsattı. Ne zaman Sakarya Türküsünü okusam, sanki her beytin birinci mısraı laf olsun diye yazılmıştır, asıl olan ikinci mısradır. Ya da, şiirin tümü tek bir söz söylemek ereğiyle kaleme alınmıştır. Diğerleri süslemedir.Yanlış anlaşılmasın Amacım Necil Fazıl’ı eleştirmek falan değil,haddime mi düşmüş. Yoksa Affet isimli: Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten/Affet senden habersiz aldığım her nefesten, oluşan iki mısralık şiirinden başka hiç şiir yazmamış olsaydı da, kanımca yine büyük şair olarak anılırdı. Sakarya Destanı adlı şiirinde “din” imgesinde boğulur gibi oldu diye düşünmüştüm, işte onu yazayım dedim. Hani belirli bir konuda yazmaya karar vermek sanki şairin duygularına ket vuruyor ya, tıpkı Bach’ın 1 No’lu Do Minör konçertosu üstüne Nazım’ın yazdığı şiir gibi. Eğer konçertoyu daha önce dinlemişseniz o şiirde konçertoyu bulmak için uğraşırsınız, bel ki de bir nebze bulursunuz. Oysa Mavi Liman’ı böyle mi Nazım’ın. Çınarlı kubbeli mavi bir liman dizesini okuyunca aramanıza gerek kalmadan İstanbul size seslenir; “hiç bir şair böylesine kısa ve öz tasvirimi yapmamıştı der”. Betimleme yeteneğinin doruğa ulaştığı, imgelemin sözcüklerle anlatılabilmesine en iyi örnek sayılabilecek Kaptan’ı yazan Nazım, neden Do Minör Konçerto üzerine şiir yazıyor ki?

Madem ki haddimi aşan laflar etmeye başladım. Biraz daha sürdüreyim. Hem gırgır olur, güleriz. Bir kaç arkadaş gecelerden bir gece demlenip yurdumuzun sorunlarını konuşurken, nereden geldi aklıma bilemiyorum ama, Yıldırım Gürses Osmanlı Müziğine, Neşet Ertaş Halk Müziğine, Erkin Koray Türk popuna arabesk bulaştırdıkları için Nasyonal Kültür Mahkemelerinde(!) gıyaben yargılanmalıdırlar demiştim. Nejla hemen söze giriverdi. Haklısın ancak Timur Selçuk’u atladın dedi. Timur Selçuk’u hiç sevmem, bende İstanbul Oda Orkestrasıyla yaptığı bir CD çalışması var. Onda da Timur Selçuk besteci değil, şef olarak bulunuyor dedim. Neden atladığımı sordum. Dedi ki: Düşünsene 70’li yıllarda gençliği kasıp kavuran besteleri neden 30 yıldır yok. Beethoven’ın duyması iyice ağırlaştığı halde dahi beste yapmayı sürdürdüğünü hatırlasana, eline fırça almaya 30 yıl ara vermiş ressam, yontu aletlerini kenara atan ve 30 yıl onlara dönüp bakmayan heykeltraş duydun mu?. Hiç duymadım dedim. Babası yazıyordu tüm o güzel şarkıların bestelerini dedi. Aklım yatmadı da değil.

Biliyorum parasına kıyıp kitabımı alan okularım arasında “amma da attın ha!” diyenler hayli çok olacaktır. Yukarıda adını zikrettiğim insanları aslında hiç eleştirmediğimi sadece durum tespiti yaptığımı düşünmeden, sırf onlar için hoş sayılmayacak sözler söylemiş olmam nedeniyle “mutlaka eleştiridir” önseliyle “sen kim oluyorsun da onları eleştiriyorsun” diyenler bulunacaktır. Koca Mevlana bilmem hangi “hisse’yi” anlatmak için: hizmetçisinin garip hareketlerinden kuşkulanan Hanımın hizmetçiyi takip etmesini, hizmetçinin ahıra gidip eşeğin altına yatmasını, bir süre sonra rahatlamış halde ahırdan çıkmasını, hizmetçiye öykünen hanımın da eşeğin altına yatmasını, eşeğin günümüz moda deyimiyle ve “eşşekliğinden olacak” orantısız güç kullanması sonucunda hanımın yaşamını yitirmesini, eşeğin altında hanımının cansız bedenini bulan hizmetçinin “a hanımım!” benim yaptığımı yapmak istedin ama bu işi yaparken eşekle arama kendi ölçülerime göre seçilmiş ve ortasında delik bulunan bir kabak koyduğumu bilemedin dediği “kıssa’sını” seçerse ben de onu eleştiririm. Tamam anladık onlar çok büyük insanlardır ancak kusursuz değillerdir. Üstelik (daha önce mi sonra mı? hatırlayamıyoum!) dedim ya! “eleştiri herkesin, takdir en iyilerin hakkıdır.” Bir taraftan “insan düşünen hayvandır” deriz, diğer yandan düşünmemizi engelleyen şeyhlerin elini öperiz.

Eğer bir insan varsa, eğer onun biraz aklı varsa, ve eğer aklını biraz kullanabiliyorsa “zina’nın” ispatı için dört şahir gereklidir diyen islam kökenli öğretinin nedenini sorgulamaz mı? Bırakın dört şahidi tek şahit önünde de olsa, hadi zinadan vaz geçtim, yasal bir ilişki olabilir mi? Zina yapanlar Bu olmayacak birDEvAM YAZ.

Briç bir kağıt oyunudur ama diğer oyunlara hiç benzemez. Briçle mukayese edilecilecek tek oyun satrançtır ancak, bu karşılaştırmada ben E.A.Poe’nun Morg Sokağı Cinayeti isimli öyküsünün girişindeki briç üzerine tiratına aynen katılıyorum ve briçin tartışılmaz üstünlüğünü kabul ediyorum. Briç masasında oturanların bilgisi, becerisi, gözlemleri, çözümleme ve sentez yeteneği, karakteri ortaya konulur. Dört oyuncudan biri kendine göre doğru bir şey söylediğinde ve ya yaptığında doğru söylemişse/yapmışsa onaylanır, yanlışı anında önüne konur. Kısaca herkes en doğruyu kendisinin bildiğini sanır ama doğru tektir ve ispat edilerek gösterilir. Bu kolaylığı, yaşamın diğer alanlarında pek bulamıyız.

Kadim dostlarımla oturmuş laflarken Osmanlılar üzerine yapılan bir tartışmada benim fikrimi sorduklarında, biraz beklemelisiniz, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik Ve Sosyal Tarihi isimli muhteşem bir kitap aldım, okuduktan sonra Osmanlıyla ilgili sorularınızdan bazılarına cevap verebileceğim dedim. Kemal hemen atladı ve kitabın yazarını sordu. Halil İnalcık ile Donald Quataert deyince; haaaa! iyi dedi (eminim İnalcık’ı duymuştur da Quataert’ten haberi yoktur). Kitabın yazarını duyunca onay vermesindeki (çok sevdiğim, oldukça akıllı bir arkadaşım ama yaptığını tam olarak açıklayabilen ‘bulabildiğim en hafif sıfatı’ kullanmak zorundayım) patavatsızlığa karşı ne diyeceğimi bilemedim.

Burada haddini bilmeyen arkadaşıma karşı yapabileceğim bir şey, diyebileceğim bir söz yok. Öğrenci ya da akademisyen olmayan, yaşamını bir şeyler satarak kazanmaya çalışan biri, 700 yıl önce kurulmuş, 80 yıl önce çökmüş bir imparatorluğun popüler ve magazin yanları yanında 900 sayfalık ekonomik ve sosyal tarihini okuyorsa , o okuyucuyu onaylamak için hiç değilse iyi bir osmanlı tarihçisi olmak gerekir. Aksi halde, takdir dahi hakaret sayılır. Bu patavatsızlığı yapan konuşmacıya briç masasında olduğu gibi doğruları anında gösteremezsiniz. Ve belli ki kimseye had bildirilmez, had ancak bilinir. Patavatsızlık ve densizlik iflah olmaz bir illettir. Örneğin yeni mezun bir orkestra şefinin Zubin MEHDA’nın yönettiği bir konserden sonra kulise gitmesi ve “Aferin” demesi patavatsızlık değilse nedir? Herkes eleştirebilir ama “Takdir en iyinin tekelindedir.”





Neden İnsanlar yakınlarını anlamak ve tanımak için hiç zahmete katlanmazlar. Onların sahip oldukları değerleri bulmaya çalışmak yerine ha bire kendi önemlerini vurgulamaya gayret ederler? Bu soruya hala bir yanıt bulabilmiş değilim. Sürekli zamparalıklarını anlatan bir tanıdığım, yaklaşık 25 yıl önce eski adıyla tandır restoranın önünde Renault 5 model aracından inen ve kolumda restorana giren kız arkadaşımı gördükten sonra bana bir daha zamparalıklarından söz etmez olmuştu.

Tahsin’in bu soruyu Hasan’a da sorayım demesine öylesine sinirlenmiştim ki doğru dürüst okumadan geçiştirmek için cevapladım ve tabii yanlış cevap oldu. Soruyu dahi anlayamamıştım. Aşağılamak maksadıyla isim belirtmiyorum, aklıma ilk gelen olduğu için zikrediyorum, bana soracağı bir soruyu benden önce Yusuf’a soruyorsa bu işte bir terslik var demektir. Bu tersliği çok ama çok yaşadığım için çoğu kez yanlışlığın bende olduğunu düşünüyorum. Herkesin rahatlıkla konuşabildiği bir dinleyici olarak ( bu etiketi çalıştığım işyerlerindeki özellikle dul hanım arkadaşlarım yakıştırmıştı) fazla tevazu mu gösteriyorum? Yoksa insanlara batıyor muyum? Anlayamadım. Tam da : Öyle ya! Herkes yanlış olamaz, kabahat bende olmalı diyorum ki, aklıma “ milyarlarca sinek bok seviyor diye sineklerin damak zevklerinin iyi olduğunu söyleyemeyiz” lafı geliyor, anında vazgeçiyorum. Neyse ki vazgeçmemdeki haklılığımı, eylem ve söylemleriyle onaylayan iki Süleyman ve bir Kemal var meydanda.

Hikmet Uluğbay’ın Petropolitik isimli kitabından bir alıntıyla yazımızı renklendirelim. Buldan bezi dokuyan küçük bir el tezgahının ürünleri istanbula gümrük vergisi ödemek suretiyle kabul edilirken, İngiltere, Fransa gibi ülkelerin ürünlerinden kısıtlı gümrük vergisi alınabildiği dönemlerde hazinesi tamtakır olan Sultan Hamid, Sadrazamını İngilterenin İstanbul Büyükelçisine (Sir O’Conor) gönderir ve gümrük vergilerinin biraz artırılmasını talep (yoksa rica mı? Bilemiyorum!) eder. Büyükelçi Londra ile gerekli görüşmeleri yaptıktan sonra oldukça ağır koşullar ileri sürer ve koşulların kabulü halinde vergilerin artabileceğini belirtir. Ancak İngilterenin arşivlerinin açılması için gerekli zaman geçtikten sonra Büyükelçi Sir O’Conor’ın hükümetine yazdığı: “...Ayrıca, gümrük vergileri oranları üzerindeki kısıtlamaların, pratik ve adalete uygun olarak sonsuza kadar devam etmeyeceği açıktır. Bu kısıtlamalar eski bir anlaşma hükümlerinden kaynaklanmaktadır ve karşılığında Türklere herhangi bir avantaj verilmemiş bulunmaktadır. Büyük güçler, bu kısıtlamaları reddetme hakkını Türklere tanımıyor, ancak bu tutum, dünyada herhangi bir ülkenin güçlükle kabul edebileceği bir hükümranlık hakkı kısıtlanmasıdır” mealindeki 28 Nisan 1903 tarihli mektubunu okuduktan sonra, sıfır gümrük vergisini öngören AB ile Gümrük Birliği Anlaşmasının imza gününü bayram ilan eden ülkemizin dimdik olmasa bile hala ayakta olduğuna şükretmeliyiz.

Babam tam bir türkü aşığıydı. Hacı Taşan, Osman Türen, Çekiç Ali, Muharrem Ertaş gibi çocukluğumun ünlülerinin plaklarını dinleyerek büyüdüm. 20’li yaşlarımda klasik olan müziklere ilgi duymaya başladım. TRT Radyo’nun saat başı haberlerinden önce yayınladığı kısa bölümler sayesinde tanıştım klasik batı ve osmanlı müziğiyle. Tatyos Efendinin Rast peşrevini de, Haydn’ın 24 nolu divertimentosunu da ilk kez TRT’den dinledim ve sevdim.

Zamanla osmanlı Müziğine daha çok yer veren TRT TV, baştan sona klasik batı müziği yayınlayan TRT 3 müzik ihtiyacımı yeterince karşılıyordu. Serde gençlik var ya, pop müzik te dinlenecek haliyle. Plak satıcısına gider, hit olmuş parçalardan oluşan kaset yaptırırdım, tEybimde dinleyerek keyfim üzerine keyif katardım. Ne olduysa TRT’nin yayın politikası değişti. Özel radyolar açıldı, TRT de onlarla rekabete girişti. Arabesk, fantezi arabesk, metal, havy metal ve daha nicelerini yayınlamaya başladı.

Power Fm’de Bon Jovi,TRT’de Bon Jovi. Olacak iş mi yani?. Blues, Jazz çok matah olsalardı en ünlü caz piyanistlerinden biri olan Keith Jarret Goldberg Çeşitlemelerinin en iyi CD kaydını yapan müzisyen olmazdı. Neden Santana’nın seceresini dinleyicilerin kafalarına mıhlayan TRT, Cem Karaca’dan habersizmiş gibi davranır. Yoksa sam Amca öyle mi emretti.

Son yıllarda tekke ve tasavvuf müziği furyası başladı. Türkiyede Türk olmayan her şeye yer var, Türk’e yok. Türk yok, Türk müziği yok, Türk resmi yok, Türk edebiyatı yok, Türk heykeli yok, kısaca tanımlanmasında Türk kelimesi olan hiç bir değere yer yok.

Dede korkut masallarına göz atarken Deli Dumrul ağamla karşılaştım. Azraile ve dolayısıyla Allaha karşı gelmenin cezasını canıyla ödemek zorunda kalınca, önce babasından, sonra annesinden kendi yerine can vermelerini istemesini, reddedilişini, durumu eşine açıklayınca, eşinin canını vermeye razı olmasını tekrar okudum. Gençliğimde yerinde bulduğum özveriyi bu defa inandırıcı bulmadım (nedeni bekar/evli farklılığım olabilir). Eşlerden birinin diğeri için canını vermeye razı olabileceğine inanamadım. Belki “can verme riski” hikaye edilseydi durum değişebilirdi. Yani Azrail Deli Dumrul’a : Yerine can vermeyi kabul edecek birini bulursan durumunu gözden geçiririm demiş olsaydı, durum bir nebze değişebilirdi. Can verme riskini üstlenen, yaptığı bu fedakarlığın azraili yumuşatacağını umabilirdi. Çok zor ama hadi olabilir diyelim. Oysa Siraküza kralının ölüme mahkum ettiği genç öyküsünde her şey daha bir oturur yerli yerine.. Herkesin (farklı anlatımlı olsa da) bildiği bir hikaye olduğuna eminim ama genç okurlar için (henüz okumamış olmaları olasılığını dikkate alarak) Siraküza Kralına dair meseli anlatalım.

Siraküza Kralının adaletsiz ugulamalarına karşı olan genç, krala suikast düzenler ancak amacına ulaşamadan yakalanır ve idam cezasına çarptırılır. Zindanda idam gününü bekleyen gence kızkardeşinin evleneceği haberi gelir. Krala haber gönderir durumu açıklar. Kız kardeşinin mutlu gününde bulunmak istediğini belirtir; düğünden sonra geri döneceğine ve idamını bekleyeceğine söz verir. Siraküza kralı, yerine birisini bırakması ve üç gün içinde dönmesi koşuluyla talebini kabul edeceğini bildirir. Arkadaşı, suikastçi gencin yerine zindana girer; kızkardeşinin düğününe giden gencin idam gününe kadar döneceğinden kuşkusu yoktur.

Bu bölümü arkadaşı yerine zindana giren gencin ağzıyla yazalım. Eğer arkadaşın güvene layık değilse, bu yalnızca onun kusuru değildir. Güvenin kötüye kullanılması, kullananın yanında kullandıranın da kusurudur. İnsan yalnızca arkadaşını ve eşini kendi seçer. Anne, baba, kardeş ve diğer akrabalar eş seçiminin olağan sonuçlarıdır. Eş seçiminde ise cinsel uyum ve cazibe her şeyden daha fazla ağırlıklıdır. Babanız annenizi değil de annenizin arkadaşını tercih etmiş olsaydı belki de hırsız ya da bilim adamı bir kardeşiniz olmayacaktı. Arkadaşlıkta her şey oldukça farklıdır. Yaşamı belirleyen ve yöneten tüm değerlerin dışında gelişir arkadaşlıklar. Her yanınız ortak bile olsa gönlünüz ısınmadıkça, akıl imbiğinizden her geçirişinizde arkadaşlığı sürdürmede olağanüstü yararlar görseniz dahi arkadaş olamazsınız.

Arkadaşlık belki de akılla gönlün ortak karar verebildiği tek birlikteliktir. Amacım iki yüzlülüğü yazmaktı, nerelere düştüm. İki yüzlülük insanın olabileceği en mükemmel haldir Olunmaması gereken durum iki yüzlü değil, ikiyüz yüzlülüktür. İnsan olduğu gibi görünemez, göründüğü gibi de olamaz, Mevlana’mız biraz yanılmış, Ya Olduğun Gibi Görün, Ya Göründüğün Gibi Ol derken. İnsan iki yüzlüdür. Birinci yüzü göründüğü yüzüdür. İkinci yüzü diğerlerinin tanımladığı/gördüğü yüzdür. Bir başka deyişle diğer insanlar üzerinde bırakılan intibadır. Belki de moda deyimle imaj.

Din üzerine yaptığımız söyleşilerin hemen hepsinde konuşma dönüp dolaşıp, yahudi ajanı, yahudi oyunu, yahudi parmağında takılıp kalıyordu. Kur’anda iseviliğe yönelik hemen hemen hiç ayet yokken yahudiler üzerine çok şey söylenmiştir. Her din kendisinden bir önceki dinin yetersizliği dolayısıyla ortaya çıkmış olmalıdır. Kendisinden önceki din de, daha önceki dinin değişen dünyada, değişen ihtiyaçlara cevap veremediği için indirilmiştir. Öyleyse neden müslümanlık hıristiyanlığı atlayıp yahudiliğe saldırmaktadır? Niçin hiç bir müslüman bu soruyu sormaz? Kuranın yahudileri düşman bellemesinin nedenlerini akıl imbiğinden geçirmez? Belki de imbiğe gıcık olduklarındandır. İmbikten geçen şeyler çoğunlukla alkollü içecek olduklarından olabilir. Alkollü içecek üretme riskini göze alabilseler, islamiyetin yayılmaya çalıştığı topraklar üzerinde hakim din anlayışının yahudilik

ve çok tanrılık olduğunu göreceklerdir. Bu yüzdendir ki islamiyet musevelilikle ve çok tanrı anlayışıyla çekişmiştir. Arap yarımadasıyla uğraşmayan, roma imparatorluklarında egemen olmaya çalışan isevilikle hiç ama hiç uğraşmamıştır.

Köyde doğdum büyüdüm, yaşlanan horozları ve yumurtlamayan tavukları kesip yerdik. Derken istanbula geldim bir vesile ile tavuk yedim. Yediğim şeyin adı tavuktu, tavuğa benziyrdu ama tavuk değildi. Sordum. Meğer çiftlik tavuğuymuş. Öyle köy tavukları gibi kendi kendilerine büyümezler, onları biz çabucak büyütürüz dediler. O gün bu gündür tavuk yemiyorum , çiftlik tavuğu denilen adi yaratığı kimsenin yemesini de istemiyorum. Çiftlik tavukları da tıpkı spor gibi sağlığa zararlıdır. Yaşamım boyunca bir kez Koka Kola içtim. İlk yudumdan sonra devam edemedim. Kola’yı da sağlığa zararlı içecekler arasına kattım, evime kola almadım, Fast Food denilen yiyeceklerden her zaman uzak durdum, hamburgeri de bir kez yedim, lanet olsun dedim. Benden 30 yıl sonra dünya hamburgeri, kola’yı ve çiftlik tavuğunu lanetlemeye başladı. Dünyadan otuz yıl ilerde miyim? Hayır! Tüm açıklamalar evrim kuramında.

İnsan vücudu, aklının ilerisindedir. Vücut gereksinimlerini bilir, aklı onlara göre yönlendirir.. Akıl vücudun bir parçasıdır. Vücuda ne yapacağını söyleyemez, onu yönlendiremez. Arasıra telkin yapabilir, vücut dinler ya da dinlemez, onun bileceği iştir.

Evrim olur da evrilen ilk canlının dişi mi yoksa erkek mi olduğu sorusu sorulmasa olurmu? Açıklıkla söyleyebilirim ki ilk evrilen dişidir. Evrilen dişi henüz evrilmemiş erkek için farklı bir türdür ve sanırım yalnız insanların erkeklerine özel olan kendi rızasıyla başka türlerle ilişkiye girebilme yetisidir insanlığın devamını sağlayan.

Konumuz Türkiyeyi kurtarmak mıydı? Bilmiyorum! Laflıyorduk yine. Tahsin; Türkler, Ermeniler, Kürtler isimli bir kitap gördüm, yarın karşıya geçip onu alacağım, burada hiç kitap bulamamak ne kötü dedi. Oysa ki aradığı kitap bende vardı. Kitaplarımın listesini ona vermiştim. Okumayı seven bir insan, “Belki Vardır” deyip, kendisine gönderilen 1500 kitaplık bir listeyi nasıl merak etmez?



Geçenlerde yine yakın arkadaşlar arası hırlaşmalarımız üzerine konuşuyorduk, tabii meyhanede. Arkadaşlarımla olan ilişkilerimde tarzım: canımı sıkan olaylar karşısında olay henüz küçükken tepki koymaktı. Böylelikle canımın sıkan şeyleri kartopu büyüklüğündeyken karşımdakine atarsam, kartopunun çığa dönüşmesini, çığın doğurabileceği büyük felaketi de önlerim diye düşünüyordum. Tahsin kartopu konusunda Dost acı söyler özdeyişimize nazire yaparak, acı sözler kullanmadan beni uyardı, itiraz ettim ve yukarıda yazdıklarımı tekrarladım, bir romanda okumuştum, Mafya lideri parasını çalan muhasebecisinin alnına silahını dayayarak: Seni öldüreceğim ama paramı çaldığın için değil, hırsızlığını fark edemeyeceğimi düşünmek suretiyle zekama saygısızlık ettiğin için, bunu bilmiş ol, dediğini anlattım. Aklımca dilini yaklaşık 100 sözcükle konuşan, yaşamında hiç kitap okumamış olan bir arkadaşımın bana kitaplardan söz etmesinin densizliğini ya da biriç oyunundaki yeteneğimin genel kabul görmüş olmasına karşın, bana briç konusunda laf edilmesinin yersizliğini vurgulamaya çalıştım, ama seçtiğim örneğe bakınız lütfen. Bir mafya liderinin sözleri. Benim mafya ile ne benzerliğim olabilir ki? Yok eğer benzerliğim varsa kime ne söyleyebilirim ki? Tahsin, kartopunun da acıtabileceğini üstü örtülü olarak vurguladı, anlayamadım. Anlayamamam normaldi. Ben mafyadan anlarmışım ama haberim yokmuş meğer. Biraz düşününce Tahsin’in haklı olduğunu fark ettim. Daha önce bu konuda kafa yorduğumu sanmışım, meğer kendimi doğrulamakla uğraşıyormuşum. Tepkiyi eşşekçe koyduktan sonra ne fark eder, değişen eşşekliğin boyutudur. Yıllarca boyutu küçük eşşekliği hoş görmüşüm de haberim yokmuş. Eşşek olmak için ille de göze batacak büyüklüğe ulaşmak gerekir sanmışım. Arkadaşlarımı kırmışım, üzmüşüm, ve en acısı tepkimin biçiminde değil ama özünde haklı olduğum halde tümünü fena halde bozmuşum. Pir Sultan sever olarak arkadaşlarıma O’nun Şu ellerin taşı hiç bana değmez/İlle dostun gülü yaralar beni dizesini yineletip durmuşum. Yaptıklarımın tümü, kendi akıl imbiğimden geçmiş ve temelini benim tasarladığım eylemler olmalıdır ki özgür tavır sergilediğimi iddia edebileyim. Başkalarının eylem ve söylemlerini referans alan her hareketim ve konuşmam tabiidir ki benim değildir; yönlendirilmiş, tetiklenmiştir. Bir şeyhe mürid olup onun dediklerini yapmakla, bir kimseye sinirlenip ona cevap yetiştirmek, tepki koymak arasında özde bir fark yoktur. Eh! Bunu fark ettinse işin kolay, sonrası biraz hoşgörü biraz da empatiyle halledilir diye düşünebilirsiniz. Böyle düşünüyorsanız yanılıyorsunuzdur. Hoşgörü: Ya korkaklığın ya da yukardan bakmanın zemindeki izdüşümüdür. Oysa çözüm, ise ve değilse sözcüklerinde saklıdır. Bir başka deyişle “ İnsan aklını kullanıyorsa / kullanmıyorsa” da. Eğer insan aklını kullanmayı ön planda tutabilmiş olsa, Cengiz Özakıncı müslüman bilim adamlarının günümüz batı uygarlığına yol gösterici olduklarını, zımni olarak islamın ve dolayısıyla dinlerin bilimle çatışmadıklarını ispat etmeye kalkışır mıydı? Tezini islam bilginleri üzerine değil de islam coğrafyasında yaşayan bilginler üzerine bina etseydi çalışmasının temelinde aklını kullandığı iddia edilebilirdi. İslam bilgini olduğunu söylediği kişilerin yaşamlarını biraz araştırmış olsaydı, hemen hepsinin tanrıtanımazlıkla suçlandığını biliyor olacaktı. İman; doğası gereği bilimle çatışmak zorundadır. Aksi takdirde bilim, Muhammed ile Ebubekir’in sığındığı mağaranın girişine saatlerle ölçülebilecek bir sürede örümceğin ağ örebileceğini, saçaklarda yuva yapan türdeşlerinin zıddına , mağara ağzının dibine yuva yapabilen bir güvercinin olabileceğini ispatlamak zorundadır. Ya da müslüman coğrafyasında yaşayan ama olasılıkla başları hiç secdeye varmamış olan Erdal İnönü ile Celal Şengör’ün aslında çok iyi müslümanlar olduklarını gösterebilmelidir. Bu durumda bizim de Özakıncı’dan, (bilimsel değerlerini haklı olarak arşa çıkardığı bilim insanlarını) felsefeyle uğraştıkları için yerden yere vuran İmam Gazali’ye , en azından Mehmet Emin Yurdakul’un Dante’ye yazdığına yakın bir reddiye yazarak savunmasını beklemek hakkımızdır. Yoksa kim haklı ? Nasıl bileceğiz. Özakıncı mı? Gazali mi?

Türkiye adı üstünde kendini Türk kabul edenlerin yaşadığı ülkelerden biridir. Türkiyede doğup yaşayan her çocuğun İlkokullarda bellediği andımızın ilk sözcüğü olan TÜRKÜM ‘deki amacın kanla ilgili olmayıp bir aidiyet durumunu ifade ettiğinin ayırtında olması zorunludur. Bu andı yüksek sesle söyleyen çocuğun, kürt,laz,çerkez, abhaz, ermeni, rum, yahudi olması bir şey değiştirmez. Türküm dedikleri ve dediklerine inandıkları sürece Türk’türler. İnanmadan söyleyenlerin ülkemizde yaşama hakları olmaması gerekir. Ailesi Alanya’da ev alan ve oradaki ilkokula kaydolan bir ingiliz çocuğu da aynı duygular içinde olmak zorundadır. Yoksa ülkemizi hemen terk etmelidir. Yüzlerce yıl boyunca Türkiyede yaşadığı halde ben ermeni’yim, ben rum’um, ben yahidi’yim, ben kürt’üm demeye kimsenin hakkı yoktur.



Müslümanların yahudilere olan düşmanlığını biraz daha araştırmaya karar verdim ve Diyanet İşleri Başkanlığının Kur’an Mealinin (xxxx) baskısının indeksindeki israiloğullarına işaret eden ayetleri not ettim. Ayetlerin türkçe karşılıklarını tek tek yazdım. Sonra oluşturduğum ayet listesini Yaşar Nuri Öztürk’ün hazırladığı ayetlerin geliş sırasına göre düzenlenmiş Kuran Mealini kıstas alarak yeniden sıraladım. Sıralama sonucunda gördüğüm, tam düşündüğüm gibiydi. İslamiyetin tutunmaya başladığı dönemlerde gelen ayetler, İsrailoğullarının yeni bir din ve peygamber geleceği yönünde bilgiye sahip olduklarını bildiriyordu ve ara sıra İsrailoğullarına peygamberlerinin sözleri dışına çıktıkları için bazı cezalara muhatap kalmak zorunda kaldıklarını söylüyordu. Bu ayetlerin hemen tamamı Mekke’de indirilmişti. Medinede inen ve geliş sırasına göre ortalarda olan ayetlerde ise yahudilere telkin ve önerilerde bulunuluyordu. Sonlara doğru gelen ayetlerde ise ( bir kısmı medine’de bir kısmı sonradan ele geçirilmiş olan mekke’de inmişti) Yahudilere nasihat veriliyor, tehdit ediliyorlar, kendilerine tepeden bakılıyor. Tıpkı Medine Vesikasının yürürlükte kaldığı süreç gibi. Hani peygamber hicret sonucunda medineye gitti ve orada egemen olan Yahudilerle Medine vesikasını imzaladı, önce senin dinin sana, benim dinim bana dedi, kuvvetlenince Benim Dinim hepinize demekten çekinmedi, işte aynen öyle. Bunda kızacak, şaşacak bir yan yok. Yaşadığı dönemin (belki de tüm dönemlerin) en akıllı insanlarından biri olan olan peygamber, aklın emrettiği yolun dışına hiç çıkmadı. Dere geçerken at değiştirmedi, ayıya dayı demediyse bile ayıyla iyi geçinmenin yolundan hiç ayrılmadı. Zayıfken haddini bildi, güçlenince haklarını. Yaşamı boyunca karşılığı olmayan (yaşadığımız yünyada bile) tek bir konuşma yapmadı, amaçsız bir eylemde hiç bulunmadı. Peygamberden sonra O’nun gibi yaşamak isteyenlerin yaptıkları ile peygamberin yaşamının tek bir ortak yanı yoktur. Örneğin Aczmendiler peygamber gibi yaşadıkları iddiasındaysalar da olsa olsa Fransisken rahiplerin yaşamlarının islam penceresinden taklitini yaptıkları söylenebilir.

Süleyman, zevksizliğin ancak parayla satın alınabilirliği üzerine olan tezimden yola çıkarak o halde parasızların tümü zevkli midir? diyeceğiz! sonucuna ulaştı. Tabii ki hayır! İnsan hem parasız hem de zevksiz ise kimse onun “zevksizlik mertebesini” anlayamaz. Zevksizliğin ancak parayla satın alınabilirliğini söylerken insanın kendinde olmayan bir yanını ortaya çıkardığını söylemek istememiştim. Tam tersine amacım kendinde hep var olan ama ancak para aracılığı ile ortaya konulabilen bir özellikten söz etmekti. Bunun en güzel örneği hayli para verip taşıt aracının plakasına ismini yazdıranlardır. Bu yontulmamışlığı , beğenen ve satın alabilecek güce sahip pek çok insan vardır ama, sadece zevksizler adlarının yazılı olduğu plakalı araçlarla dolaşabilirler. Bu, zevksizliğin ancak parayla satın alınabilir olması değilse nedir?

Artık “Çok laf yalansız olmaz” atasözümüze örnek olsun diye dünyaya gelmiş olduğuna inandığım Selo’ya ara sıra Allah aşkına bazen doğru bir şeyler de söyle! ne olursun diye takılıyordum. Aslında söylediklerinde doğru şeyler de vardı ama lafı öylesine uzatıyor ki bir cümlede anlatacağı doğruların yanına 20 cümle daha ilave edince, 21 tümcelik söyleminin hiç bir anlamı kalmıyordu. Bir arkadaşımız yeri geldiğini düşünüp fıkra anlatmaya görsün, aynı mealde en az 3 fıkra anlatır Selo. Yine yeri geldiğini düşünüp başından geçen olayı anlatan bir arkadaşımızın dinleyicileri arasında selo varsa yandık. Aynı konuda selo en az 2 olay anlatmak zorundadır. Belki faydası olur düşüncesiyle, hepimiz birbirimize yakın yaşlardayız, bildiğimiz fıkralar hemen hemen aynı, tecrübelerimiz birbirine denk,” yukarıda anlattığım durumlarda ille de bir fıkra anlatman ya da anlatılana benzer bir olayı, bilgiyi tekrarlaman hazirunun pek ilgisini çekmiyor dediysem de her zamanki ipe sapa gelmez sözlerini söyler. Selonun yaptıkları çok mu önemli? Hayır. Meğer ben “küpe küp demişim.” Eee! ne olmuş yani tabii ki küp diyeceksin ibrik diyemezsin ya derseniz, haklınız! ancak eminim , “Küpe küp deme, o da sana düb der” atasözümüzden haberiniz yoktur. Düb’ün arapça anlamı “Ayı” olan Dübb kelimesinden Türkçe’ye uydurulmuş bir sözcük olduğunu da bilmiyorsunuzdur. Ben de bilmiyordum, hem atasözünü hem de dübb’ü. Bilseydim hiç küpe küp der miydim?

Bizansın mirasına rumların konmaya çalışmasını, bizim de bu konuda sessiz kalmamızı da pek anlayamıyorum. Ioannes Kinnamos’u ve onun Histografyasını mereklıları dışında bilen pek fazla değildir. Niketas, Anna Komnena ve Mikhail Psellos da hakeza. Bizans tarihini merak eden Türk, çevresinde pek hoş karşılanmaz sanırım. Oysa ölen bir Selçuklu Sultanının iki oğlu arasındaki taht kavgasında oğullardan birinin diğerine karşı Bizans İmparatorlarından yardım istediği ve aldığını bilseler ne düşünürler acaba? Aynı şekilde Macarlara ya da Sırplara karşı Selçuklulardan yardım isteyen ( ve alan) Bizans İmparatorlarından haberdar olsalar yine de Bizansın mirasçısının yunanlılar olmadığının ayırdına varabilirler mi? Bizansın Büyük Saray kalıntıları üzerine inşa edilen otelden rahatsız olmayanların (hatta bu olaydan bihaber olanların) Türk olmaktan dolayı mutlu olmaya, ya sev ya terk et demeye hakları olabilir mi?

Knowledge is power’mış. Hadi canım sen de! Bilgi bi bok değildir. Üstün zekalıların ender bulunduğu ortamda üstün olmasa bile normalin biraz üstündeki insanların ilgi alanına giren bilgi nasıl güç olabilir? Başkasının yumruğunu yemeyen kendi yumruğunu peygamber topuzu sanır derler ya işte öyle bir şey. Dünya başkasının yumruğunu tatmamışlarla dolu. O kendini dünyanın en güçlü insanı sanıyor. Bilginin yüceliği üzerine edilen sözler rahibe tereza’ya orgazmın mükemmeliyetini anlatmaya benzer. Nobel ödüllü bir yazarın kaleminden ifade etmeye kalksanız dahi anlayamayacaktır.



Süleymanla konuşurken açık sözlü olmaktan dem vurmuştuk. Fazla açık sözlü olmayı biraz “patavatsızlıkla” biraz da “dangalaklıkla” nitelendirmişti. İlk bakışta doğru gibi görünse de aralarında hayli fark var. Aslında açık sözlülükle patavatsızlık arasında kelimenin tam anlamıyla “patavatsızlık” farkı var ama dangalaklıkla açık sözlülük arasında “para” var. Daha doğrusu para tabanlı kabalık var.

Yaşamın tek doğru ve aynı zamanda en basit kuramı evrimle benim ne ilgim olabilirdi ki eğer menzil şeyhine aklını kaptırmış bir arkadaşımla bu konuyu tartışmak zorunda kalmasaydım.

Ceviz Kabuğu programına katılan yaman Örs’ün evrime dair söylediklerini yalanlamak boynunun borcuymuşçasına hemen ertesi hafta müslüman felsefeci Teoman Duralı’yı filozofları dinden çıkmış addeden Gazaliye nispet edercesine iskele sancağına konuk eden Ahmet Hakan’ın çektiği sıkıntılar aklıma geldikçe evrimi redetmek zorunda kalan inanmışların haline üzülüyorum. Teoman Duralı’nın sağlam temelden yoksun zorlama açıklamaları ahmet hakanı renkten renge sokuyordu. Buhara havasıyla soluk almış, medine hurmasıyla beslenmiş, allah dostlarının faziletlerine, velilerin kerametlerine inanmış , gördüğü maarif nedeniyle olacak VE ANCAK MUHTEŞEM SÖZCÜĞÜ İLE NİTELENDİRİLEBİLECEK ANALİTİK ZEKASINI BİR KENARA BIRAKMIŞ ahmet hakan’ın evrim kuramının yanlışlığını yaratılış söylencesinin doğruluğunu ispat için çağırdığı konuğunu kurtarma girişimlerine hayranlık beslemedim değil. Tıpkı traverten kayalıklara oyulmuş isa heykelini bombalayan talebanın yaptıklarına hak vermek üzere akıl dışı söylemlerde bulunan konukları karşısındaki çaresizliği aklıma geldikçe ahmet hakan adına üzülüyordum. Belli ki ortada ciddi bir vandalizm vardır, medeniyet düşmanlığı vardır. Sanat kırıcılığı vardır. Belki de kayıt altına alınmış en ciddi sanat kırıcılığı dönem olan ikonaklastlığın temelinde bizansın emevilerle olan kültürel ilişkilerinin etkisi hayli fazladır. Zaten iskele sancak adını verdiği programının sancağında değil de iskelesinde yer alan hakan “aman allahım ben bu adamlarla aynı görüşte nasıl olabilirim” demiştir içinden. Konuklarım benim değil Bizans İmparatoru ikonaklast Leon III’ün hemfikiri olabilirler ancak .





Ekrem Akurgal’ın anadolu medeniyetleri isimli görkemli kitabını okuduktan sonra günümüzde adına Türk dediğimiz anadolu insanının kesinlikle “yeni bir ırk” olduğuna ınadım. Luviler hititler..... . Üstelik dünyada eşi benzeri olmayan bir ırk. Bu ırkın diğer Türk ırklarıyla ortak olan tek yanı Türkçedir. Yani dildir. Hele hele Bizans imparatoru ? konyaya 40000 sırplıyı yerleştirdiği 100 yıl sonra 30000 kişilik sırp ordusu yetiştirildiği düşünülürse anadoludaki irkın ne kadar kozmopolit olduğu ve aynı zamanda ne kadar homojen olduğu rahatlıkla görülebilir. Evet kozmopolitti çünkü hemen her ırktan insan vardı ama aynı zamanda başka hiç bir toplumda rastlanamayacak kadar çeşitli ırktan oluşmuş kendine özgü homojen bir bütündü. Ne mozaiği ulan diyen Türkeş haklıydı aslında. Türkeş farkına varamamış olsa bile dediği doğruydu. Zira anadolu insanı oluşumunda etken olan tüm mineralleri gösteren mozaik değildi, aksine hepsini mecz eden yeni bir mineraldi.

Natalia Gutman dinlemeden önce eskilerden şerif muhittin targan’ı günümüz sanatçılarından Uğur Işık’ı dinlemeliyiz. Zamanının en iyi çellitslerinden birinin konser için davet edildiği salonda sahneye çıkıp seyircilere şöyle bir göz atmasından sonra yerinden kalkıp kulise gitmesini ve konser organizatörlerinin şaşkınlığına karşın dinleyiciler arasında Targan varken ben çello çalamam deyişini bilmeyen halkımızın seçtiği siyasilerimiz yüzünden kendimizi ab kapısında köpek ederiz. Anna’yı hatırlayalım. Ne demişti kapısında köpek olduklarımız için. Latin Köpekler. Bizanslı kronograf Psellos’u hatırlayalım. Ne demşti kapısında dilenci olduklarımız için. Barbarlar.

Söylediklerimi Çetin Altan’ın Türk’e Türk propagandası dahilinde bir şey sanmayın lütfen. Anadolu türkü ve sadece anadolu türkü handiyse dünyada yaşayan tüm ırkların genlerinden öyle ya da böyle bir şeyler almıştır. Uğur ışık’ı bilmeden ve dinlemeden Natalia Gutman hayranı olmuşsanız, Ayşe Yıldız’ı dinlemeden Emma Kirkby’e vurulmuşsanız biliniz ki kabahat sizdedir. Sakın yanlış anlaşılmasın. Uğur, Natalia’den Yo Yo Ma’dan; Ayşe, Emma’dan daha iyidir demek istemiyorum. Sadece en yakınındaki değerlerin farkında olmayanların uzaklardaki değerlere önem atfetmesinin sadece gösteriş budalalığı ile örtüşeceğini söylemek istedim. Ve ille de bilmeliyiz ki yakınımızdaki değerleri karalayarak, omlara gerekli ihtimamı göstermeyerek yücelmemiz olanaksızdır. İnsan yakınlarıyla büyür/küçülür.

Hani genellikle .................

Dostoyevskinin anlatımını yürütelim ve..

Yakınınızdaki değerlerin farkında mısınız ? prens diye soralım.

Alacağımız yanıt kesinlikle “hayırdır.”

”O halde budalanın tekisiniz” diyebiliriz rahatlıkla.

Ne yaptık nasıl ettik bilemiyorum ama yurdumuzu budalalarla doldurduğumuzu biliyorum. Kendi değerlerinin ayırdında olmayan kendine güvenemeyen budalalarla. Ah Anna ah! Bana göründüğün gibi keşke herkese görünebilseydin.

Adına batı dediğimiz rezil toplumun insanlığı yönlendirme gayretlerini ve ulaştığı başarılı sonuçları fark edebileceğimiz zaman ne zamandır acep? Okurlarım arasında dünyanın en uzun ömürlü impratorluğunun rusya imparatorluğu olduğunu kaç kişi biliyordur?

İnsan dinli ya da dinsiz olabilir. Bunun için birikimi olması grekmez. İnanması, inanmaması yeterlidir. Kendini ateist olarak tanımlayan biri varsa bu kavramın karşılığını verebilmesi ve seçtiği hal’e yaraşır yaşam biçimi belirlemiş olması gerekir. Ateist olabilmenin yolu önce ya da sonra dinli, önce ya da sonra dinsiz bir yaşam dönemi olmasını gerektiri. Dinli ve dinsiz hayatı yaşamadan ateist olunamaz. Gerçekte dinlilerler dinsizler bir birlerine oldukça yakındırlar. Ateistler ise her iki hal’e de aynı uzaklıktadırlar. Ateistin zihninde GERİSİNİ TAMAMLA

Birileri çıkmalı ve müslümanlığı sakallıların tekelinden kurtarmalıdır.







AŞAĞIDAKİ BAŞLIKLARI TAMAMLA.



Bizans tarihi imparator hanedanları asker imparatorlar ve son hanedan türk.

Vakko ayakkabı çorap ve referens alablecek kimse ve olayların olmaması. Kentsoyluluğun oluşamaması.

1517 ve anadolu travması.

Halifelikle ilgili İbrahim Temonun anıları.

Yakını görememem ve kafamın küçüldüğünü sanmam.

Müzikte kulak ve hafıza. Kani Karaca ve Anjelika Akbar.

Cekilir misin çekilebilir misiniz, emir kipi rica kipi, çekilirmisin deki siniz eklerini bilerek yazmadım. Zira misin yerine misiniz kullanılması gerektiğini bilen önüne “lebi” eklerinin ilave edeilmesinin de gerekli olduğunu biliyordur.

“Menzil vurgunu”

Osmanlıca ile türkçe arasındaki fark...











Yazımızı uzunca bir kompozisyon gibi kabul edelim ve sonuç bölümünü yazalım.

1-Sözcükleri anlaşılır kılan...

2-Herkes eleştiri yapabilir ancak takdir sadece ...

3-Herkes her yanlışı yapabilir bu yüzden en çok kendime güvenirim ama kendime güvenim bile tam değil.

4-Çirkinliklerimizin sergisi para, örtüsü parasızlıktır.

5-İnsan kafasının küçüldüğü zehabına kapılıyorsa yakını göremiyordur. Bakışınız bozulmuşsa hemen yanınızdaki dğerleri fark edemiyorsunuzdur.

6-İşhanet affedilmez. İbni hişam’a ve bizans tarihine ve sultan devirenlerin akibetlerine bak.

7-Dostunla başbaşa kaldığında kendi bakış açısından yanlış bulduğu bazı hal ve hareket ve tavırlarını sana söylemiyorsa dostluğundan kuşkuya düşmelisin. Kusurda devam etmemizi isteyenler ancak dost olmayanlarımız olabilir. Dost olmayanları ille de düşman olarak algılamak gerekmez. Onlar sadece zorunlu olarak bir arada bulunduğumuz kimselerdir. Arkadaş olduğunuzu sandığınız ancak aslında sadece arkadaş gibi olduklarınızdır.” Arkadaşla” “arkadaş gibi” arasındaki fark erkekle kadın arasındaki farktan daha az değildir. Daha önce yazdıklarımdan dolayı mutlaka anlamışsınızdır.

8-Osmanlıların kullandıkları arapça karakterler latinceye yerlerini verdiğinde eskiyi anlamayan yeni nesil oluştuğundan şikayet edilir. Örnek olarak günümüzde yaşayan bir iranlının sadiyi çok kolay okuyabildiği söylenir. <<="" eğer="" fark="" gelişip="" gerekir.="" gerektiğini="" gibi="" günü="" her="" iddia="" kabul="" matah="" o="" olduğu="" organizmadır.="" oysa="" p="" söz="" uyamamasından="" ve="" yaşayan="" yoksa="" yıl="" çağa="" öncesiyle="" şey="" şeyin="">

Keza sanki fatih devrinde kaleme alınmış bir metnin sanki abdülhamid dönemi entellektüelleri tarafıdan kolaylıkla anlaşılabildiği doğruymuş gibi. <="" yazılmış="">



9-Kadının arsızıyla erkeğin arsızı tahtarevalliye binmişler, erkek kendini ayda bulmuş.





























































































 








































 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder