-Bu yazı hem çok
uzun hem de bitmemiş, okumasanız olur ama okuyup, küfür içermeyen
önerilerinizi bildirirseniz daha iyi olur.
Sözcüğü anlaşılır kılan, sözlükteki karşılığı değil taşıdığı duygu yüküdür.
Bu metinde kullanılan “ˉ” simgesi üzerinde bulunduğu harfi
uzun “ˆ ” simgesi ince okutur. Örneğin: Hālâ.
Akşama eve dönünce, kitaplığımı gözden geçirmek, kaydını ihmal ettiğim yeni
kitaplarımı kayıt altına almak ve kütüphanemde genel bir temizlik yapmak
kararıyla evden çıktım. Beynimi sürekli kemiren sıkıntım dolayısıyla uzun
süredir kendimi işlerime veremiyordum. Aynı sıkıntı nedeniyledir ki sonunda işi
de bırakmıştım. Gerçi ayrılmamı gerektirecek başkaca gelişmeler de yok değildi
hani. Çalıştığım işyeri sahibinin çocukları büyümüş, eğitimlerini tamamlamış,
erkekler askerlik görevlerini yerine getirmişlerdi. Şirkette benim yaptığım
işleri üstlenmek üzere alesta bekliyorlardı. Onları daha fazla bekletmek
olmazdı. Tüm olumsuzluklar örtüşünce, hiç aklıma gelmeyen emeklilik yaşamım
kendiliğinden başladı.
Önceki yazdıklarımdan ilk iki cümle hariç diğerleri on yıl önce olmuştu.
E yuh! yani. Hiç on yıl süren iç sıkıntısı olur mu? dediğinizden eminim! Olur!
Hem de bal gibi olur. Kenan Paşa’nın tabiriyle: Tecrübeyle sabittir NETEKİM.
Sözünü ettiğim sevgili(!) patronumla çalışmaya başladığımda, bügünkü servetiyle
karşılaştırılınca hayli küçük olmasına karşın, o zaman da /gıyabında hali vakti
yerinde iş adamıdır dedirtecek kadar/ ciddi servete sahipti.
Adama bak! İlginç bir şeyler yazmış olabilir! okuyalım dedik, bize patronunu
anlatıyor, amma da iş ha! demeyin ve nobele henüz aday dahi gösterilmemiş
olduğu zamanlarda okumaya çalıştığım Orhan Pamuk’u okuyamayarak bir kenara
bırakışımı sakın taklit etmeye kalkmayın; yani kısaca kitabımı kaldırıp bir
köşeye atmayın lütfen.
Patrondan söz etmesem olmazdı. Çünkü o sadece patronum değildi, “paraydı” aynı
zamanda. Yani hepinizin peşinde koştuğu “güç’ün(!)” sahibiydi.
Bunlar girişlik, okuyunca belki de: Oh be! Tam da aklımdan geçenleri kaleme
aldı dersiniz ve umarım Orhan Pamuk ile diğer nobelli yazarlar karşısında
düştüğüm duruma siz de düşmezsiniz.
Adından da anlaşılacağı gibi emeklilik, resmi ya da özel herhangi bir
otoritenin bundan sonra emeğinize karşılık bir bedel ödenmeyeceğine karar
vermesidir. Emekliliğime ben karar verdim diyenler de olacaktır ama muhtemelen
emeklilik kararını vermek zorunda bırakılmışlardır.
Emeklinin geleceğe dair planlarının çoğunlukla plan olmaktan öteye gidebilme
olasılıkları pek yoktur. Zira planda aksayan yanlar olursa, değiştirebilecek
zamanları kalmamıştır; yetkileri yok düzeyine indirgenmiştir emeklilerin. O
artık bugünde dünü, yarında ertesi günü yaşamaya başlayandır. Emekli,
geçmişteki yanlışlarını sıfıra, doğrularını sonsuza yaklaştırandır ki,
emekliliğin sanırım tek değil ama kesinlikle en güzel yanı da budur.
Eee! Sıktın artık. Biraz daha abuk sabuk laflar etmeye devam edersen, senin
kitabını da kütüphanemdeki okunamayan kitaplar köşesine, yani çoğunluğu Orhan
Pamuk ve nobelli yazarların kitaplarından oluşmuş köşeye yerleştireceğim
haberin olsun deme noktasına geldiyseniz eğer, yerden göğe haklısınız. Haklı
olmasına haklısınız ama, lütfen emin olunuz! Yazmaya başlayamamak benim suçum
değil. Ne zaman yazmaya kalksam, benden binlerce yıl önce yaşamış yazarların
yazdıkları yanında benim yazacaklarım dandik kalır endişesiyle yazmaktan
kaçınıyorum. Hele hele sondan bir önceki yazma gayretimi hatırladıkça fena
halde ürperiyorum. Kemikleri bile çoktan toprak olmuş ozanlar-yazarlar sanki
parmaklarımın tuşlara dokunmasını bekliyorlar, tuşlara dokunmaya göreyim,
sırayla karşıma dikiliveriyorlar.
En iyisi aklıma geldikçe fena halde ürperdiğim yazma deneyimimi anlatayım;
eminim bana hak vereceksiniz. Neredeyse herkesin en az üç yüzlü olduğu
toplumumuz üzerine bir iki laf etmekle başlasam, insanlarımıza maskelerini
çıkarmayı öğütlemek amacıyla birikimlerimi aktarsam belki devamı gelir,
okuyanlar arasında faydalananlar da olabilir demiştim ki, Mevlana seslendi ve
“A benim salak evladım! Mesnevi'mden haberin yok mu? Ya olduğun gibi görün, ya
göründüğün gibi ol” dediğimi duymadın mı? diyerek azarladı beni; “hani sen
kimsin de insanlara akıl vermeye kalkışıyorsun, ben o işi yedi yüz yıl önce
yaptım, sözlerimi ezberleyenler oldu ama henüz uygulayan olmadı; bilmiyor
musun?” dercesine.
Bari basit konular üzerine bir şeyler karalayayım der demez Salah Birsel
çıkıverdi karşıma. Basit konular benim ilgi alanım. Sıradan konulara dair
öylesine yazılar yazdım ki okuyucu yazılarımı adeta sayfaları yutarak okudu
dedi. İşin kötüsü söyledikleri tamamen doğruydu.
Bu sıralar çok moda; dinlerle ve tanrılarla ilgili bir şeyler yazayım dememe
kalmadan Lukianos isimli birisi geldi; Samsatlı imiş. Yani bizim Adıyamanlı.
Biliyorum senin kitaplığında “Seçme Yazılarım” var, daha ne diyeyim sana dedi
ve kulağımı çekti gitti. 2000 yıl önce yazdıklarından hiç ders almadığımı
sanmış ve çok kızmış olmalı ki neredeyse kulağımı koparacaktı. Lukianos'a biraz
gıcık olduğumu söylemeliyim çünkü en iyi "din derslerini"
ondan almıştım. Lukianos ki 2000 yaşında bir bunak, ihtiyarlığından
olacak, aklımdan geçenleri okuyamamış.
Ciddi konuları gülmece ayağına yatıp yazayım dedim, Gargantua’ya söylerim
kıçına iki tekme atar diyerek resmen tehdit etti beni Rebelais.
Aldatma ve aldanma üzerine yazmak belki daha kolaydır dedim, Decipimur specie
recti yani Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun çevirisiyle 'ekser zaman görünüşe
aldanırız' dedi Horatius.
Horatius’u duyunca elim ayağıma dolaştı ama delikanlılığa bok sürmemek gerek,
kuyruğu dik tutmalıyım güdüsüyle “madem bu konuya Horatius el atmış en iyisi
vazgeçeyim,” kendimi yazayım bari; kendimi yazarsam karışanım görüşenim olmaz!
dedim. Parmaklarımı klavyemin tuşları üzerinde “aman kimse duymasın
tedirginliğiyle” dolaştırmaya başladım. A aa! Kimseden ses seda yok. Oh be!
Araya girmeler nihayet bitti derken, İsmet Zeki Eyüboğlu seslenmesin mi?
Decipimur specie recti’nin Türkçe karşılığı 'ekser zaman görünüşe aldanırız
olmaz', 'ekser zaman iyi görünüşe aldanırız' olmalı demesin
mi? İyi sözcüğünü koyu renkle yazmak benim değil Eyüboğlu’nun
fikriydi. Decipimur specie recti’nin iyi’lisiyle iyi’sizi
arasında kocaman bir fark varmış, onu belirtmek istemiş. Bu yoğun saldırılar ve
ağır eleştiriler karşısında dayanacak gücüm kalmamıştı, en iyisi denizcilik
deyimiyle “orsa alabanda” etmekti. Öyle yaptım ve yazmaya ara verdim.
Orsa alabanda etmesine ettim ama “alabanda kalmak” kolay mı? İçimde esmekte
olan rüzgar, merkezinde Horatius, basınç alanlarının birinde Karaosmanoğlu
diğerinde Eyüboğlu olan 100 knot’lık bir fırtına. Hem de Decipimur specie
recti’nin iyilisiyle iyisizi arasındakı farkı fark edemezsem eğer, asla
dinmeyecek olan bir fırtına. Açmaza düştüğüm durumlarda kendi çözümüm peşine
koşmadam önce benimle aynı kaygıyı paylaşanlar olmuş mu? diye bakarım. Varsa
bulabildiğim yayınları okurum. Yoksa bu konuda bilgi sahibi olabileceklere
başvurur, fikirlerini sorarım.
Yine öyle yaptım. Öncelikle Müzehhar Erim’in Latin Edebiyatı isimli kitabına
göz attım. Sorumun yanıtını bulamadıysam da latince’de “c” harflerinin her
zaman “k” okunacağını “s” ya da “c” okunamayacağını, böylelikle Horatius’un
özdeyişinin “dekipimur spekie rekti” olarak telafuz edilmesi gerektiğini
gördüm. Üstelik yanında bonus(!) olarak Roma’nın Büyük İmparatorunun adının
Sezar olarak telafuz edilmemesi gerektiği öğrendim. Fazladan edindiğim bu
bilgiyi de doğrulatmalıydım. Tüm ders kitaplarımızda, Caesar üzerine yapılmış
filmlerin dublajlarında Caesar adı hep Sezar olarak telafuz edilmekteydi.
Herkes yanılıyor olamaz. Zira bazı güvenilirliği düşük kaynaklarda “c”
harfinden sonra “i” ya da “e” ünlüsü geliyorse “s” olarak telafuz edileceğine
dair bilgiler vardı. Nereden aklıma geldi hatırlayamıyorum ama en doğrusunu
bilse bilse papazlar bilir deyip St.Antuan kilisesine elmek gönderdim. Caesar’ı
değil de decipimur specie recti’nin sesletimini sordum. "Dekipimur spekie
rekti" olarak telafuz edilir dediler. Yani “c” harfi “k” okunur. Sn.Antuan
rahipleri böyle dediler demesine de içim bir türlü rahat etmedi. Hem
sesletimini yüzde yüz güvenilir bir otoriteye doğrulatmalıydım hem de özdeyişin
iyilisiyle iyisizi arasındaki farkı bulmalıydım? Yani kim haklı? Karaosmanoğlu
mu Eyüboğlu mu? Alışkanlıkla önce bir bilene danışmalıyım dedim. “Bir Bilen”
tamlaması ekranımda göründüğü anda telefonum çaldı. Ahizeyi kulağıma götürmemle
ben Güniz sokaktan arıyorum: “Benzin vaadı da biz mi içtik”, “Dün dündür bugün
bugündür”, “Ege göl değildir denizdir deniz” diyen Demirel’in sesini duydum.
“Ne denizi!” “ne benzini!” be kardeşim yanlış numara çevirdiniz sanırım deyip
telefonu kapattım.
Demirel Decipimur specie recti’nin sesletimini nereden bilecek, bilse bilse
Avrupa'nın en eski üniversitesi olduğu, taa Teodosius devrine uzandığı iddia
edilen koca İstanbul Üniversitesi var, onlara sorarım deyip Üniversitenin Latin
Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanı Hanım’a bir elmek gönderdim ve decipimur
specie recti’nin hem söylenişinin nasıl olması gerektiğini hem de iyilisiyle
iyisizi arasındaki farkın ne olabileceğini sordum. Hani entel görünmeye kalksam
ve yeri geldiğini düşündüğüm bir anda Horatius’un bu özdeyişini Türkçe
söylemeye yeltensem, nasıl söylemeliyim ki Horatius’un kemikleri sızlamasın?
Neyi kast etmişti Horatius? Çoğu zaman görünüşe aldanırızı mı? yoksa çoğu zaman
iyi görünüşe aldanırızı mı? Belki de görünüşe aldanırız derken görünüşe
aldanırız ama iyi görünüş bizi aldatır mı demek istemiştir. Yani ortada salt
aldanma değil bir de aldatılma vardır demek miydi amacı. Ne yazık ki soruma
yanıt alamadım. Yüzde yüz olmasa bile yakın bir oranda “Yurdumuzun bunca
sorunları varken manyağın derdine bak!” demiştir Latin Dili ve Edebiyatı bölümü
başkanı. Yani St.Antuan Kilisesi rahibinin gösterdiği ilgiyi ve inceliği
sakınmıştır benden.
Bizim aydınlarımızı hiç bir zaman anlayamamışımdır zaten. Galiba onlar uzmanlık
alanları hariç her konuda bilgi sahibidirler; bir şey sormadan önce onları iyi
tanımalıyız. Örneğin sismologa deprem, arkeologa Hitit, onkologa kanser,
gazeteciye haber hakkında sorular sormamalıyız. İsterseniz “hadi canım sen de!”
Olur mu öyle şey deyip deneyin de “ebenizin örekesini” görün. BURAYA EKLEME
YAP. Oysa “görece ve salt bilgiler ansiklopedisinin üçüncü cildi” hakkında ne
düşünüyorsunuz diye soracak olursanız size yığınla bilgi vereceklerdir. Edmond
Wells’i, Bernard Werber’i bilmeseler dahi (Ansiklopedi sözcüğünü duymuşlar ya!)
ansiklopedi konusunda sizi yeterince(!) aydınlatırlar. Tıpkı canavar
gazetecimiz Marcel Vaugirard’ın “insan bilmediği konularda iyi konuşur”
özdeyişinde olduğu gibi.
Hani sohbetlerinizde olur ya, bir ismi unutursunuz ve bir türlü hatırlayamazsınız;
dilimin ucunda biraz sonra aklıma gelir dersiniz... işte öyle diye
tariflenebilecek bir haldeyim. Horatius’un aklından geçen ama henüz beynimin
algılama bölümüne ulaşamamış bilgiye sahip gibiyim derken Cemil Meriç yetişti
imdadıma. Anlamca ne diyordu Meriç: Tanrı Musa’ya asasını Kızıldenize vurmasını
söyledi. Musa buyruğa uydu. Asanın dokunduğu Kızıldeniz yarıldı, kum açığa
çıktı. İsrailoğulları önlerinde Musa'yla birlikte karşı kıyıya ulaşmak üzere
kumların üzerinde yürümeye başladılar. Arkalarından gelen Firavun ile askerleri
de hiç tereddüt etmeden Kızıldeniz'in açılan kumlarına daldılar. Ve hepimizin
bildiği hikaye; firavun ve askerleri boğuldular. İyi de tanrı isteseydi Musa ve
dindaşlarını suyun üstünden yürütemez miydi? Yürütürdü!(?) Yürütürdü ama o
zaman bu mucizeyi gören firavun onların peşinden gitmeye kalkmazdı. Firavun
Musa'nın kumlar üzerinde yürüdüğünü görünce biz de yürüyebiliriz demiş, asıl
mucizeyi yani denizin ikiye bölünmesindeki hikmeti(!) görememiştir. Yani
kumdaki “iyi görünüşe aldanmıştır.” Yoksa aldatılmış mıdır demeliyim? Hani
demeye dilim varmıyor ama galiba tanrımız firavuna hafif yollu bir kazık atmış.
Çoğumuzun bildiği bu kıssada iyi görünüş, normal görünüş ya da akıl dışı
olmayan görünüş, Musa'nın yürüdüğü zeminin kumsal olmasıdır. İyi görünüşü
normal, akla uygun sıfatlarıyla betimlediğimizde, zorunlu olarak iyi veya kötü
gibi sıfatlardan arındırılmış görünüşü normal dışı, anormal, akla aykırı
vasıflarıyla nitelendirmemiz gerekir ki doğrusu da budur. Yani Meriç’in hepimizin
hiç kuşku duymadan katılacağımız anlatımıyla İsrailoğulları'nın deniz üstünde
yürümesi anormaldir yani görünüştür; kumda yürümesi normaldir ya da iyi
görünüştür.
Tanrı iyi görünüş sunmak suretiyle firavunu ve askerlerini aldatmış diyebilir
miyiz? Belki deriz belki diyemeyiz. Diyenlerin zaten tanrıyla sorunları vardır.
Diyemeyenler ise madem ki o tanrıdır “ hikmetinden sual olunmaz” deyip
geçiştireceklerdir. Zaten onlar ya akıllarını kullanmazlar ya da inançlarını
doğrulayacak şekilde kullanırlar.
Eve erken gelebildiğim akşamlar kaçırmadan izlediğim yorum farkı isimli
programın bu geceki bölümü yeni bitmişti. Programın adının yorum farkı değil
“yorumcu farkı” olması gerektiğini söyler dururdum. Barlas’ın bilgeliği,
süzülmüşlüğü, derin çözümlemeleri yerinde vargılarına karşın, Kongar’ın
sığlığı, popüler kültür düzeyinin ötesine geçememiş izlenimi veren
entelektüelliği, kıstas aldığı doğrulara ilintisiz çıkarımları, yaratıcılıktan
yoksun yanıtları, yürekli bir tüy sikletin, kaşar bir ağır siklet boksöre attığı
yumruklara benziyordu. Her ne kadar Barlas’ın mukayese edilemez artılarına
karşın Kongar 34, Barlas 7 kitap yazmış olsa da , Herrigel ve Platon, ikili
arasındaki yazma farkının nedenini anlayabilmemi sağlıyordu. Zen Budizminde yay
ile Ok Atma Sanatı adlı kitabının ön sözünde, Platon’un yedinci mektubundan
aldığı tümcelerle ne diyordu Eugene Herrigel? “Kendisi ve başkası için
sözcük düşüncenin azıdır. Düşünce tecrübenin azıdır. Sözcük süzülmüş olandır.
Onda tortulanan şey en iyi yanından mahrumdur. Bu nedenle bilgin olanlar
yazmamalıdır.” Eminim okuyucularım da anlamışlardır. Neymiş? Bilgin olan
yazmayacakmış. Bilgin olmayan ise aklına gelen hemen her konuda yazabilirmiş.
Yazmak bilgin olmayanlara has olduğuna göre geçmişte yaşamış büyüklerimizin
attıkları fırçalara aldırmadan yazmaya başlasam iyi olur diye düşünmekten
kendimi alamadım. Çekinmem için neden kalmamıştı. Ben bilgin değildim. Yazmamda
hiç bir sakınca yoktu.
Parmaklarım klavye üzerinde dolaşmaya başlayacaktı ki nereden çıktı bilmiyorum,
şeytanım geldi ve Kongar’a haksızlık ettiğimi söyledi. Kafam karıştı. Şeytan
bu! İnsanlara daima yanlışı öğütler diye bildiğimiz ortak şeytanımız. Ne demek
istedi acaba deyip yazmaya yine ara verdim ve değişiklik olsun, asla
dinlemememiz öğütlenen şu şeytanın amacı ne? Bir kez dinlemekle feleğimi
şaşırmam nasılsa deyip kulak kesildim.
Şeytanla Kongar’ın ne ilgisi olabilir? Şeytan niçin Kongar’ı savunmaya kalkar
derken yanıtın kutsal kitabımızda olabileceğini düşündüm. Kitaplığımdaki
Elmalılı Hamdi Yazır tefsirini ve kuran meallerini karıştırdım. Meğer Allah biz
insanları yaratmaya karar verdiğinde bu fikrini önce meleklerine açmış. Onların
muhalefetine rağmen, bizi yaratmış sonra da meleklerin bilmediği bilgilerle
donatmış. Arkasından hem melekleri hem de bizi, “bizim bildiğimiz ama
meleklerin bilmediği sorularla” sorgulamış. İnsanlar doğru cevapları vermişler;
melekler ise “sen bunları bize öğretmedin” nereden bilelim diyerek serzenişinde
bulunmuşlar. Meleklerin doğru yanıtlar verememesi üzerine Tanrı; gördünüz mü?
onlar sizden çok daha fazla şey biliyorlar demiş; arkasından meleklerden insana
secde etmelerini istemiş. Aslında melek hem de baş meleklerden biri olan Şeytan
tam bu sırada ortaya çıkmış ve haksız bulduğu duruma isyan etmiş. “Ben
insanlara secde etmem demiş.” Demesine demiş ama karşılığında Allahın lanetine
uğramış.
Tamam, kabul! Allah'ın hikmetinden sual olunmaz amma bu; insan, melek,
secde, şeytan işinde bir terslik varmış gibi geldi bana. Hani Allah
meleklerle adem'i sınava tabi tutmadan, meleklerinden insana secde etmelerini
isteseydi, eminim bizler gibi melekler de Allah' ın hikmetinden sual olunmaz
derlerdi ve secde ederlerdi ve böylelikle biz müslümanlar cennete giden yolda
hiç bir engelle karşılaşmazdık. Kafamı karıştıran bu ikircikli durum, eminim
evliyalar, gavs'lar, şeyhşer, şıhlar, efendiler tarafından derhal
çözümlenmiştir(!) Kafamın karışıklığına neden olan bir şeyhimin
olmamasıdır(!) Değil mi ki şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır! Şeyhi olmayan
bendenizin zorunlu şeyi olan şeytan araya giriyor ve beni bu tuhaf
sorgulamalarla baş başa bırakıyor. Neyse ki Gazali var. Kafa
karışıklığımı hissetmiş olmalı ki hemen yardımıma geldi ancak benim de uykum
geldi.
Aslında uykumun gelmemesi gereken bir saatti. Sebebini sabahleyin
anladım. Meğer bu din büyükleri insanlara rüya aracılığı ile ulaşıyorlarmış.
Gazali uykumda bana el munkizi dalal'ını okumamı
önerdi.devam et.
Edindiğim bu kısa ve öz bilgi ışığından anladım ki ortada egemen güce boyun
eğen, yat denildiğinde yatan, tüm bilgisini ve birikimini güçlünün
haklılığını(!) ispatlamaya gayret eden Barlas’a karşın, isyan eden Kongar var.
Ne yalan söyleyeyim, Kongar’a hak verdim, onun tavrını doğru buldum. Haksızlık
öylesine incitici, öylesine insanlık dışı öylesine aşağılık bir kavramdır ki
karşı konulması, önce insan, sonra aydın olmanın olmazsa olmaz koşullarının ilk
sırasında yer alır. Ya da İnsan “isyan”dır.
Zorunlu olarak ara verdiğim yazma kararımın akabinde, halledilmesi gereken ufak
bir sorun olduğunun farkına vardım. Okuyucu profili tanımı yapmalıydım. Feleğin
çemberinden geçmiş kırk yıllık okurların kitabımla ilgilenmelerine gönlüm razı
olmazdı. Onlar zaten en okkalı kitapları okumuşlardır, sanırım, sadece ağır ve
karmaşık yeni metinlere taş çatlasın şööyle bir göz atabilirler ancak. Böylesine
oldukça basit ve konuşurmuşçasına yazılanlar onlar için fasa fisodur.
Yazdıklarımın kolay anlaşılabilir olması onların gözünde benim adıma eksi
puandır. Bu yüzden okurlarım zorunlu olarak gençler olmalıdır ki onlar
duygularını saklamayı bilmeyenlerdir. Örneğin “ilk müslümanlar Mekkenin
züğürtleri değil de zenginleri olsaydı faiz haram kılınmayabilirdi” dediğimde
hiç çekinmeden “yok devenin nalı” diyebilecekler yalnız onlardır. Hoppala
zeybek, alakaya çay demle, sen kafayı yemişsin, ebenin örekesi v.b. deyimleri
sular seller gibi bilmelidirler ve yerinde olmasına aldırmaksızın rahatlıkla
kullanabilmelidirler.
Nihayet sadede gelebildim. Hiç sulanmayın ve sadedimin adresini sormaya
kalkışmayın. Cevap vermeyeceğim. Sadedimle baş başa kalmaya kararlıyım.
Her şeye karşın eğer meyhane akşamlarımızın son türküsü, Nesimi’nin Ben melamet
hırkasını kendim giydim eğnime/ Ar-u namus şişesini taşa çaldım kime ne? şiiri
üzerine yakılmış türkü olmasaydı; mükemmel kulağa ve davudi sese sahip Nuri Abi
bu türküyü eksiksiz biliyor olsaydı, yukarıda anlattığım sebepler dolayısıyla
yazarlığa kalkışmayabilirdim.
Çok sonraları “Haydar” olarak tanınan türkümüzün eksiksiz metnini bulabilmek
gayretiyle Alevi-Bektaşi şiirlerini içeren kitapları karıştırmaya başladım.
Amacıma ulaşabilmem hayli zor oldu. Deyimin tam anlamıyla “göbeğim çatladı.”
Göbeğim çatladı diyorum çünkü bulduğum tüm metinlerde iki mısra eksikti daima.
Hemen hepsinde iki mısra noktalarla geçiştirilmişti. Yani sansür
edilmişti. Tam metni bulduğumda sansürlenen mısraların Sofiler secde
ederler mescidin mihrabına/Benim dost eşiğidir secdegāhım kime ne?
mısraları olduğunu öğrenmiştim.. Alevi Bektaşi şiirlerinin tümünü okumak
pahasına.
Sonunda buldum! Buldum ama bu arada istemeden de olsa Kaygusuz Abdal’ın Erliği
ile anılır filan oğlu filan deyü /Anan yoktur baban yoktur sen benzersin piçe
tanrı beytini de okudum. Bu dizedeki piçe sözcüğünün dört harfi yerine
dört nokta kullanılıyordu. Kaygusuz Abdal aleviydi. Bin yıl önce yazılmış
şiirin bin yıl sonra sansür edilmesi hayli tuhafıma gitti.
Üstü örtülü olarak “Manyak herif! Sana ne Nesimi’den, Kaygusuz’dan, önce iyi
bir dünya vatandaşı ol, nasıl ödeyeceğini düşünmeden bol bol harca,
faturalarını zamanında öde, kredi taksitlerini aksatma, kredi Kartı ödemelerini
geciktirme, çocuklarını özel okulda okut” diyen yeni dünya düzenine ayak
uydurmam gerektiğini biliyorum ama merakıma ve aklıma egemen olamıyorum. Aklım
Nesimi’ye ve Kaygusuz’a uygulanan sansüre takılyor; merakım nedenlerini bulmaya
çalışıyor. Bu arada para kazanmaya yeterince zaman ayıramadığım için
faturalarımı geciktirmek zorunda kalıyorum. Sam amca kusuruma bakmaz umarım.
Türkümüzün eksiksiz metnini bulmak gibi oldukça sıradan bir amaçla çıktığım
yolculuğumda, bırakınız oksijen tüpünü, şnorkel dahi almadan daldığım
Alevi-Bektaşi deryasının derinliği ve zenginliği beni kendimden geçirdi.
Beşiktaştaki bir parka neden Pir Sultan’ın değil de Süleyman Seba’nın heykeli
konuluyor, bu işte bir terslik var diye düşünürken, aniden tersliğin ayırdına
vardım. Alevi deryasında Seba’nın, Beşiktaş’ın ne işi var, nereden çıktı bunlar
derken birden ayıldım. Gözlerimi açtığımda “merak etme her şey geçti” dediler.
Arkasından, hastanenin ‘basınç odasında’ olduğumu söylediler. Sonraki
açıklamalarından anladım ki daldığım ancak sığ sandığım Alevi Bektaşi
deryasında boğulmaktan kurtulmuşum ama vurgun yemekten kurtulamamışım. Kendime
iyice geldikten sonra Alevi-Bektaşi deryasında yaşadıklarım zihnimde canlanmaya
başladı. Ya Alevi-Bektaşi şairleri olmasaydı Halk müziğimizin hali nice olurdu?
AÇIKLA NEDEN?
Zaten namaz kılmaz, oruç tutmaz, haçça gitmez alevilerin müslümanlıkla pek
ilgilerinin olmadığından kuşkulanır dururdum. Badeyi yasaklayan emevi islamı
ile Sen münkirsin sana haramdır bāde bekle ki içersin öbür dünyada/
Bahs açma Harami bundan ziyade çünkü bilmez haram ile helali diyen
ozanın islam anlayışları aynı olabilir miydi?Kirişnamurti
Olamazdı ve hiç bir zaman olmadı da. Yine Harami’ye müracaat edelim ve onun
dizeleriyle: Ey zahid şeraba eyle ihtiram, müslüman ol bırak bu
kıl-u kali/Ehline helaldir na ehle haram, biz içeriz bize yoktur vebali diyelim;
bu türkümüzü seslendiren Erkan Oğur’un “müslüman ol bırak bu kıl-u kāli” yerine
“insan ol dünyada bu dünya fani” demeyi tercih etmesinin nedenlerini
sorgulayalım. Aslında sorgulama konusunda emin değilim. Belki de sorgulamamız
gerekmez bile. Zira, ne yazık ki Türkiye’nin Başbakanı olmuş zır cahil Tansu
Çiller’in kendisine yakışır bir yanlışlıkla “ayan bayan” dediği gibi her şey
“ayan beyan” ortada. Tabii ki korkudan. Tek bu durum dahi dinin ne kadar
hoşgörüden uzak olduğunu anlatmaya yeter. Biliyorum şimdi birileri çıkacak “
cumhuriyet döneminde yok ama Osmanlı İmparatorluğunda gayrı müslimlere karşı
hoşgörü vardı” diyecekler. Kısmen doğru olan bu ifadede yanlış olan kısım;
hoşgörünün islamdan kaynaklandığının sanılmasıdır. Oysa dinlere, dillere,
etnisiteye özgürlük tanınması imparatorluk gereğidir. Aksi takdirde
imparatorluk değil devlet olunur. Bu yüzdendir ki tüm görkemine ve oldukça
geniş topraklara sahip olmasına karşın Bizans, imparatorluk olamamıştır. Çünkü
İsa hem tanrı hem peygamber olamaz, o sadece peygamberdir diyen Ariusçuları
dışlamışlardır. Arkasından İsa’nın çarmıha gerildiğinde insan yanının çektiği
acıları tanrı yanının da çektiğini söyleyenler ile tanrı yanının acı çekmesi
olanaksızdır diyenler arasında çıkan çekişmeler neticesinde yığınla insan
egemen görüş karşısında olmadık eziyetlere muhatap kılınmışlardır. Acı meselesi
iyi kötü halledildikten sonra bu defa ikona davası ortaya çıkmıştır. Yaklaşık
yüz elli yıl süren bu karışıklık inanılmaz boyutlarda kargaşaya yol açmıştır.
Devam yaz.
Her şeyi bilmeyi isteyenler beni çok iyi anlayacaklardır. İçinize kuşku kurdu
girerse; Dante’nin İlahi Komedyada dediği: Ey kurt, kendi kendine
kudur/ Kendi kendini ye bitir’i olmuyor, kurt kendini değil sizi yiyor .
Alevilik yanında Bektaşilik üzerine bulabildiğim tüm kitapları okudum. Kuşkumu
giderdim. Haklıymışım! Aleviliğin müslümanlıkla hiç bir ilgisi yokmuş.
Rahatladım. Eğer bu yazdıklarımı okuyanlar okursa, içlerinden Tübitak Bilim
teknik Dergisinin şubat 2000 sayısının okuyucu köşesine mektup yazıp; Ben
herşeyi bilmek istiyorum, bunun bir yolu var mıdır? diye soran Akçaabat Anadolu
Lisesi 2.sınıf öğrencisi, ya da Ahmed Arif okurken To be or not to be değil/Cogito
ergo sum hiç değil dizeleriyle karşılaştığında, Allah Allah! to
be ile başlayanı biliyorum, olmak ya da olmamak demek, peki ama, Cogito ergo
sum ne demek deyip, hemen bir Latince Türkçe sözlük alan birisi varsa niçin
rahatladığımı çok iyi anlayacaktır.
Patronlarımı para kazanmanın yöntemleri konusunda (hemen hepsi öylesine haksız
ve insafsız olmalarına karşın) asla eleştirmem. Onlar patron benim çalışan
olmamdan bellidir ki kazanmayı benden çok daha iyi biliyorlar. Hani
girişlikteki patronum vardı ya, onunla ilgili bir kaç söz söylemem gerekiyor.
Sevgili patronum sıfırdan başlayarak oldukça yüklü bir servete ulaştı. Kazanmak
için başvurduğu yöntemler ne olursa olsun, bunların içinde en önemlisi çok
çalışmaktı. O Ahmed Arifl’le hiç ilgilenmediği gibi Cogito ergo sum’u da
duymamıştır bile. Descartes isimli bir filozoftan, onun metod üzerine
konuşmalar isimli kitabından haberi dahi yoktur. Filozof ne demektir ne iş
yapar sorusunu sormak hiç gelmemiştir aklına ve asla gelmeyecektir. Zaten onun
yaklaşık yüz sözcükten oluşan kelime hazinesinin doksansekizi para üzerinedir,
kalan ikisi Allah ve Peygambere dairdir. İşte bu patronum benim Cogito Ergo
Sum’uma saygı gösterir, ben de onun çalışmasına ve kazanmasına saygı duyarım.
Saygı duymamam mümkün mü? Düşünsenize; yaşamını para kazanmak üzerine adamış,
sonunda çok varsıl olmuş biri, varsıllardan beklenmeyecek bir şekilde bilgi
birikimine, incelmişliğe karşı olumsuz tavır sergilemiyor. Madem para bende,
ben her şeyi bilirim havalarına girmiyor. Aramızda 17 yıl kadar yaş farkı olan
patronum, yaşam sürecinde tek amacının para kazanmak olduğunu biliyor, benim
amacımın da Akçaabat Lisesi 2.sınıf öğrencisi gibi bilgi edinmek olduğunu fark
etmiş, Çetin Altan’ın deyimiyle var olmakla varlıklı olmak arasındaki farkı
görmüş. Yaşı da epeyce ilerlemiş. Artık bu saatten sonra var olmayı
beceremeyeceğini anlamış. Varlıklı olmayı ve varlığını artırmayı aynı hızla
sürdürüyor. Olabildiğince var olanlar karşısında saygılı davranıyor. Sabancı
gibi yapmıyor. Eline mikrofon tutuşturduklarında ana dilini yaklaşık yüz kelime
ile konuşabildiğini unutup her konuda ahkâm kesmeye kalkmıyor ve ahkâm keserken
sözcük hazinesinin yetersizliği nedeniyle olmalı, tek bir kelimenin tekrarından
oluşan cümleler kurmak zorunda kalmıyor. Son olarak, sevgili patronum parasıyla
zevksizlik satın almıyor, ancak paranın ortaya çıkarabileceği vıcık vıcık
görgüsüzlük ve sonradan görmelik akan tavırlar sergilemiyor. Her ne kadar
sevgili patronum bir keresinde “Bende 50 mimar 40 mühendis 10 muhasebeci aklı
var” demişse de, kendisine bu kadar hata kadı kızında da olur misali, 350 yıl
önce yaşamış La bruyére’nin Kasasında çok tapu ve para biriktiren kişi
kendisini dünyanın en akıllı insanı olarak görür lafını hatırlatmadım.
Hatırlatmam biraz da salaklık olurdu. Ya kızar ve beni işten atarsa ne
yapardım.
Umarım dikkatinizi çekmiştir, yukarıda bir yerlerde “patronum parasıyla
zevksizlik satın almıyor” dedim. Bana hak verenler olabileceği gibi hadi canım
sen de! Parayla zevksizlik mi satın alınırmış? Zevk ancak parayla alınabilir
diyenler de olacaktır.. Haklısınız bizlere hep böyle söylendi. Para yoksa
kalite yoktur, kaliteli yaşam ise hiç yoktur dendi. Sabancı bile Para Başarının
Mükafatıdır isimli kitap yazdı. Oysa paranın asli, akli ve ideal görevi
“istememe özgürlüğünü” sağlamasıdır. Aksi halde “Forbes’in” zenginlerini
sıralamaya yardımcı olmaktan öte bir işe yaramaz.
Önceliği Forbes’in zenginleri sıralama görevini üstlenen yani zevksizlik satın
alan paraya verelim. İstememe özgürlüğünü sonraya bırakalım.
Paranın nasıl sevksizlik ve görgüsüzlük satın aldığını anlatmadan evvel;
anlatacaklarımın anlaşılabilirliğini kuvvetlendirir ümidiyle Tanşuğ Bleda’nın
Maskeli Balo isimli kitabından alıntı yapalım.Gece Sabancı’nın Atlı Köşk’te
verdiği resepsiyona davetliydik. Önce müze evi gezdik. El yazması Kuranların
önünden geçerken ilgisini görünce Sabancı birini camekandan çıkarıp eline
verdi. Ancak Paye (OECD genel sekreteri) açık olan sayfaya henüz dokunmuştu ki,
kağıt toz haline geliverdi. Kıpkırmızı olmuş ve nadide bir sanat eserinin
zedelenmesine neden olmaktan suçluluk hissine kapılmıştı. Binbir özür dilerken
Sabancı “Önemli değil” deyip ufalanan kağıtları üfleyerek kitabı yerine koyunca
bir an için Paye’le göz göze geldik
Yapı Kredi Yayınlarının olduğu Levent’teki plazada güvenlik görevlisi olarak
çalışan birinden duymuştum.. Zaten demişti güvenlik görevlisi, Nejat Eczacı Bey
hep söylerdi. Türkiyede, varlıklılar sanattan anlamazlar, anlayanlarınsa
paraları yoktur. Güvenlik görevlisi bana şunu söylemek istemişti: Yapı kredi
Bankası Münir Nurettin Bey’in seslendirdiği 4 CD’lik muhteşem bir çalışma
hazırladı ama tamamını bankanın mevduatı en fazla olan mudilerine dağıttı. Sen
burada boşuna aranıyorsun. Mudiler Münir Nurettin Beyin CD’lerini alırlar ama
fantezi arabesk dinlerler. Onlar, para kazanmaya zaman ayırmaktan Münir
Nurettin Beyin şarkılarını dinlemenin zevkine varamamışlardır. Dom dom
kurşununu dinlemek daha kolaylarına gelir.
Zevksizlik ancak parayla satın alınabilir olmasaydı, Doğan Gurubu tarafından
düzenlenen DYH Meeting 2007’ye katılan, dünyanın önde gelen basın devlerinin
binlerce dolarlık giysili üst düzey temsilcilerinin önündeki sehpaların
üzerinde, küçük plastik su şişeleri yerine, hadi çeşm-i bülbülden vazgeçtim,
narin yapılı birer cam sürahi ve cam bardaklar olmaz mıydı? Mahmuzlu kovboy
çizmeleri, kocaman tokalı kemerleri ve geniş kenarlı şapkaları ile bilinen
Teksas kültürünü matah bir şey sanan Amerikalı’ya; Dünyada Vandallar adı ile
anılan ilk ve tek kavmin yaşadığı kuzey avrupayı temsil eden Danimarka basını
temsilcisine cam sürahi ile plastik şişe arasındaki farkı anlayamadıklarından
dolayı söyleyecek fazla söz bulamıyorum da ya bizimkilere ne demeli! Taa
Luvilerden başlayan Anadolu medeniyetlerinin birikimini DNA’larında taşıyan
Ertuğrul Özkök ile Nuri Çolakoğlu’nu nasıl hoş karşılayacağız. Ya da hoş
görmemiz gerekir mi? Gerekmez! Zira onlar “istememe özgürlüğünü” bilmezler ama
eminim her yıl yayımlanan “Forbes Listesini” sıkı takip ederler.
Zevksizliğin “ancak parayla satın alınabileceğine” dair tespitimizi; bilahare
devam etmek üzere bir kenara koyalım ve istememe özgürlüğünden söz edelim.
Merak edenler olabilir. İstememe özgürlüğünden ne anladığımı izah etmeye
çalışayım:Yetmişli yıllardı... Sokaklar, lastik çizme üstüne kürk manto giyen
kadınlarla doluydu. Gördükçe sinirlenirdim. Neymiş efendim? Moda! Gri
pantalonumun altına güç bela bulabildiğim bordo renkli ayakkabılarıma uyacak
bordo çorap bulacağım diye yırtınırken, müteahhit hemşerimin, bulunduğum
mağazaya gelip, renkleriyle ilgilenmeksizin avuçlayabildiği kadar çorabı alıp,
kasaya yönelmesine de çok şaşırırdım.
Günümüzde daha beterleriyle karşılaşıyorum ama artık şaşırmıyorum! Birisi takım
elbise altına spor ayakkabı mı giymiş? Yeni eğilim bu. Dünyanın en zengin
insanı öyle giyiniyor.
Parası bol adam balık lokantasına gidiyor. Baş köşeye oturtuyorlar. Lüfer
ızgarayla konyak içmeye kalkıyor. Lüferle “rakı” iyi gider; diyemezsiniz!.
“Hanzostan’ın en zengini böyle yapıyor da ondan”, der ve konyak içer.
İstanbul boğazında yalısı var. Karısına Hummer almış.
“İyi de; Hummer Boğaz’ın eski dar sokaklarına sığmaz” .......
Sığmasın!
“Yalıya hummer değil tekne yakışır! Kıro işte! ......
Kıro mıro ama, para onda...
Herhangi bir tavırları dolayısıyla “kıro” olarak tanımlanmaktan “rahatsız olacak”
insanlar, niçin Para’nın belirleyici rol üstlendiği kıroluğa, aldırmaz
görünüyorlar?
Sahiplerini, böylesine pervasız ve pertavsız konuşturabilen, patavatsız kılan
“para”nın gücü nedir?
Para nedir? Ne yapar?
Rahmetlik Sabancı: “Başarının Mükafatıdır” derdi.
Çetin Altan’a göre “Var olmanın değil ama varlıklı olmanın aracıdır”.
Sizi dünyanın en nüktedanı yapar.
En yakışıklısı oluverirsiniz... Değil mi ki? “Erkeğin güzelliği: Parasıdır”.
Berbat giyinseniz bile rüküşlüğünüzün farkına asla varamazsınız. Etrafınız;
giyiminiz üzerine methiye düzenlerle doludur.
İstediğiniz zevksizliği satın alır; görgü kurallarını iplemezsiniz.
Sözünüze güvenilir.
Sözünüzde durmasanız dahi, birileri neden sözünüzü tutmadığınızı, yığınla haklı
gerekçe ileri sürerek izah ederler.
Horatius, yüzbin Sesterce’si olmayanın, insan yerine konulmamasını biraz
ayıplamış olsa da, kanımca pek haklı değildir(!)
İşin en güzel yanı, bir süre sonra herkesten daha zeki, daha yakışıklı, daha
nüktedan, en güzel giyinen; kısaca herşeyin en iyisini bilen, en iyisini yapan
olduğunuza, kendiniz de inanırsınız.
Haksız da sayılmazsınız!
Para kazanmaktan vakit çalıp, La Bruyére’yi okumaya fırsat bulamamışsınızdır.
Biliyorsunuz önceki sayfalarda da öz etmiştim La Bruyere’den: “Kasasında en çok
tapu ve para biriktiren, kendini dünyanın en akıllı insanı olarak görür”
dediğini ve haklılığınızı(!) 400 yıl önceden teslim ettiğini hatırlayalım.
Ama yine de, yeniden sorayım...
Para nedir?
Bana göre ne olduğunu yukarıda yazdım ancak, bazılarına göre “İstememe
özgürlüğü” sağlayan araçtır.
Çoğunluğun “Yapmakla-yapmamak” arasında tercih hakları yoktur. Yapabilecekleri
sınırlıdır. Zorunlu olarak onu seçerler.
Kısaca; “istememe özgürlükleri” yoktur.
İstememe Özgürlüğü: Satın alabilme olanağınız varken, kendi rızanızla
vazgeçmenizdir.
Vazgeçilenin büyüklüğü, hem paranızın boyutunu, hem de paraya egemen olduğunuzu
gösterir.
Reddettiğiniz her büyüklük, “incelme yoluna” koyduğunuz, çok iyi işlenmiş bir
“Doğal Taş’tır”.
Vazgeçilen bir sanat eseri ise “reddedilenin büyüklüğü” kuramı tersine işler.
Guernica’ya sahip olma olanağınız varken vazgeçerseniz, istememe özgürlüğünden
değil, dangalaklıktan söz edilebilir.
Sanattan uzak yaşam; yaşanmasa da olur.
Hani alevilikle ilgili kuşkularımı giderince rahatlamıştım ya, rahatlığımı
arkadaşlarımla bölüşeyim dedim. Yetişkinlerin hepsi Üniversite bitrmiş
bireylerden oluşan ailecek sohbetlerimizin birinde sazı aldım: Geçenlerde
Tahsin’in elinde alevilikle ilgili Erdoğan Çınar’ın yazdığı kitabı gördüm ve
dedim ki: “Alevilerin müslüman olmadığını söylüyorsa” doğru bir kitaptır;
okumaya değer; söylemiyorsa hiç okuma!
Aleviliğin, Türklerin orta asyadaki inanç sistemiyle Bizans kültüründe asimile
olmuş kadim anadolu halkının inanç sisteminin harman edilmesi sonucu doğduğunu
ve sadece Anadoluya has olduğunu anlatmaya başladım. Hazır bulunanların
hepsinden kat kat zengin ve şaşılacak bir şekilde bilgi edinmeye de
diğerlerinden daha fazla meraklı olan arkadaşım: İslam kaynaklarında,
tefsirlerde, kuran meallerinde aleviliğin islamın bir mezhebi, alevilerin
müslüman olduğu açıkça yazılıdır diye karşı çıkınca bende şafak attı. Belli ki
sen hiç meal ya da tefsir okumamışsın. Zira islam dininde mezhepler, Kuranın
indirilmesi ve tamamlanmasından hayli zaman sonra ortaya çıkmışlardır. Bu
nedenle hiç bir tefsirde, mealde mezheplerden söz edilmez, edilemez dedim.
Demesine dedim ama halt(!) ettiğimi de sonradan fark ettim. Zira unuttuğum bir
şey vardı. Arkadaşım varsıldı. Varsıllığı nedeniyledir ki zaten doğal olarak
her şeyi bilirdi. Arkadaşıma haksızlık etmeyeyim. Her Türk herşeyin en
doğrusunu bilir ama konuşabilmesi için bulunduğu ortamın varsıllık ortalaması
kendi ortalamasından düşük, ya da en kötü olasılıkla kendisine eş düzeyde
olmalıdır. Şafağımın atmasının nedeni: arkadaşımı “bilgi birikimi yüksek” ender
varsıllardan biri olarak görmemden ve diğer varsıllara benzemeyen tavırlar
sergilemesini beklememden kaynaklanıyordu.
Para sahibinin dediğinin ve yaptığının doğru olmadığını söylemek salaklığını(!)
nasıl yaptım bir türlü anlayamıyorum. Üstelik yıllar önce Exupery’nin Küçük
Prens’i: Konuşmak anlaşmazlıkların kaynağıdır demek suretiyle beni uyarmıştı.
İnsanlık hali işte, bazen dilimize sahip olamıyoruz. Dilime ve dahi düşünceme
sahip olabilsem, Beylerbeyi Polis Karakolunun adının Sabancı Polis Merkezi
olmasının biraz tuhaf kaçtığını ne aklıma getirir, ne de sağda solda söylerdim.
Yanılıyor olabilirim ancak Sabancı Beylerbeyine bir karakol yapıp hediye edecek
kadar zengin olmasaydı, görgüden biraz sapmış bu tavrı sergileyemeyecekti
sanki. Sabancı’nın da günahı yok galiba, belki de ona bu abuklukları para
yaptırmıştır.
Her bilgiyi herkese sunmamalısınız. Nasıl ki Ferrari satın alabilmek için
nicelik yetmez minimum niteliğe de sahip olmak gerekir.
Aleviliğin tefsirlerde yer aldığını söyleyen paralı arkadaşım vardı ya! birkaç
akşam sonra beni yemeğe davet etti. Yemekte, son zamanlarda oldukça
hırçınlaştığımı söyledi. Derdimin ne olduğunu sordu. Beni sağaltmakta kararlı
gibi duruyordu. Engin parasıyla, pardon; bilgisiyle tavırlarımın nasıl olması
gerektiği hususunda beni aydınlattı(!) Arkadaşımın beni aydınlatma
gayretlerinden öylesine etkilendim ki taa onbin yıl öncesine gittim, Çandarlı
körfezinin kenarında bir kayanın üzerine oturmuş Ege denizinde taş sektiren
küçük bir Luvi çocuğuymuşum hissine kapıldım. Arkadaşımın: Şunu da açık açık
söyleyeyim: Hiç kimsenin arkadaşlığına ihtiyacım yok demesiyle, sektirmeğe
hazırlandığım son taşım denize düştü. Son taşım, denize düşerken nasıl bir ses
çıkarması gerektiğini bana sorsaydı, sessizce düşmesini söylerdim. Taş bu ya
işte; ne beklersin! sen git densizliğin alasını yap, suya değer değmez “gulg”
diye bir ses çıkar, gürültüden uyanıp kendime gelmeme neden ol. Okuyucum ise
arkadaşımın sözlerinden dolayı irkildiğimden için kendime geldiğimi sansın ve
arkadaşım hakkında yanlış kanıya varsın iyi mi! Arkadaşımın, kimsenin
arkadaşlığına ihtiyacım yok demesinde hiç bir kompleks(!) olmadığını hepimiz
biliyoruz. Dikkatsiz taş ne olacak!
Dikkatsiz ve düşüncesiz taşım denize düştü gitti. Onu dipte bırakıp arkadaşıma
şunu söylemek isterdim: Ey benim arkadaşlığıma muhtaç olmayan arkadaşım.
Seninle yaklaşık 15 yıldır görüşüyoruz. Çeşitli konularda laflarken sık sık,
her söylediğine karşıt olmakla suçlardın beni. Doğru şeyler söyleyin de itiraz
etmeyeyim derdim. Ayrıca ve ancak hiç dikkat etmezdin ki karşı çıkmadığım
konuşmaların da vardı. Örneğin iş yaşamına dair konuştuğumuzda çoğunlukla
onaylayarak seni dinlerdim. Çünkü iş konusunda benden çok ama çok fazla
başarılıydın ve Sabancının deyimiyle mükafatı yani parayı kazandın. Sana bu
konuda söyleyeceğim olabilemezdi, dinleyebilirdim sadece ve her daim öyle
yapmışımdır. Ama bilgi edinmeye yönelik açlığım sende yok. Picasso ile ilgili
bir anekdot anlattığımda, dadizmle kübizmi karıştırdığından olacak, Picasso’nun
dadist olduğunu söyledin, ona bile ses çıkarmadım. Herkes bildiğinden emin
olduğu konularda konuşmalı. Sen para kazanmanın yollarını anlat. Picasso,
dadizm, kübizm, alevilik v.b. başkalarına kalsın. Para kazanma konusunda nasıl
ben senin konuşmalarını dikkatle dinliyorsam sen de benim ilgi/bilgi alanıma
giren konularda aynı özeni göstermelisin. 40 yaşından sonra okumaya başlamak
iyidir ama bir yere varılamaz. En fazla Dilipak olunur; yani bir konuda laf
açılmışken o konuda kimlerin neler söylediği papağan gibi tekrarlanır durulur
ama konuşmacının ne dediği belli değildir.
İnsan hangi ruh haliyle “Hiç kimsenin arkadaşlığına ihtiyacım yok” diyebilir?
Rahatlıkla arabaya, eve, paraya ihtiyacım var diyebilen insanlar nasıl olur da
arkadaşa ihtiyacım yok diyebilir. Oysa, arkadaş kavramı ihtiyaç skalasının ilk
basamağında yer alır. Üstelik arkadaşlık ihtiyaç üzerine bina edilmez. Hiç
arkadaşım yok, bir kaç arkadaş edineyim güdüsüyle yola çıkan insan sanırım hiç
yoktur. “Arkadaşa ihtiyacım yok” sözün sarf edilebileceği ortam kaygısız
konuşmaların yapılabileceği bir ortam, zorunlu olarak bir araya gelmiş
insanların havadan sudan konuştukları zemin olmalıdır. Arkadaşa ihtiyaç
duyulmayan bir yaşam olabilir mi?
Olabilir. İnsan eğer “ben’ini” öne çıkarmaya başlamışsa her şeyi söyleyebilir.
Onun artık bakışları bozulmuştur ya da bozulmaya başlamıştır. O artık Ben’inden
başka herkesi küçük görme moduna girmiştir. Doğal olarak yaş dolayısıyla yakın
görememe sorunu yaşamaya elan başlamamış olan genç okurlar ile yakın görme
bozukluğu oluşmuş ama görme bozukluğunun henüz farkına varamamış erken orta
yaşlılar için anlatmaya çalışayım. 40’lı yaşlarımdaydım. Bir sabah traş olurken
baktığım aynada kafamın küçüldüğünü gördüm. İnsanın her yanı ufalabilir belki
ama kafası ufalmaz sanırım. Ufalmanın nedenini bulabilmem için okuma güçlüğü
çekmeye başlamam gerekiyormuş. Harfleri üst üste basmaları mümkün olamaz bu
basım evlerinin deyip, göz doktoruna gidince her şey anlaşıldı. Meğer yakın
göremez olmuştum. Yakın görememek, yakındakini dediğim gibi küçük görmekle
başlar ve bu görme kusurudur. Gözdeki görme kusuru gözlükle ya da basit bir
operasyonla düzeltilebilir ama asıl önemli olan beynimizde oluşan görme
kusurudur. Beynimizdeki görme kusuru yakındakileri uzak, uzaktakileri büyük gösterir.
Çarli restoranda konuşmalarımızın hararetlendiği bir gün, “ama demişti Ahmet
İncil değiştirilmiştir ancak Kuran Allah tarafından korunmuştur, Kuranda 6666
ayet vardır ve bu sayı hiç değişmemiştir!”. Nazım’ın deyimiyle “bu sözler
duyulur da durmak olur mu?” Tamam! Durmayasına durmayalım da 12 sözcükten
oluşan ve tümü yanlış bu tümcenin düzeltilmesine önce neresinden başlayalım?
Kur’anda 6666 ayetin hiç bir zaman var olmadığından mı? İncil’in
değiştirildiğinin söylenebilmesi için karşılaştırılabilecek değişmemiş bir
orjinal incil olması gerektiğinden mi? Aynı Allahın Kur’an’ı koruma altına
alıp, İncil’i bir kenara atmış olmasına inanmaktaki akıl dışılıktan mı? İncil,
İsa’nın eylem ve söylemleridir diyen bir din anlayışında, değil dört, yüzdört
incilin bile olabileceğinden mi?. Bu yüzden incili, ille de benzetmek
gerekiyorsa belki islamiyetin hadis kitaplarına ve sünnetlerine
benzetilebileceğinden mi?. İncillerin birbirlerinden farklı olmalarından daha
doğal bir şey olamayacağından mı? DEVAM YAZ. 325 İZNİK KONSİLİNİ VE DİĞER
EKÜMENİK TOPLANTILARI YAZ. İNCİLLERDEN ÖRNEK VER
Her Türk her şeyi bilir(!) ve onun için her konuşma aynı zamanda küçük bir
“muharebedir”. Muharebeler kaybedilebilir ama savaşı kazanmak gerekir güdüsüyle
her daim farklı cepheler açar. “Bok altında kalır laf altında kalmaz” deyişini
sanki matah bir şeymişcesine haklı çıkaracak yeni girişimlerde bulunur.
Gerekirse konuyu değiştirir. Ne kadar anlatırsan anlat, o sadece kendi
bildiklerinin doğruluğunu savunur. Çok sıkışırsa “sen ne söylersen söyle,
anlattıkların benim anlayabilmemle sınırlıdır” der; bu halin ulu orta
söylenmemesi gereken, aslında utunılacak bir durum olduğunu dahi düşünemeden,
sonu çıkmaza giden yeni bir yola girer. “Denizi testiye dökersen ne alır?/ Bir
günün kısmetini” diyen Mevlana'ya nazire yaparcasına kabahati testiye değil de
denize yükler. Çok değil de çok çok sıkışırsa, sizi dinsizlikle suçlar. Ona
göre “dinli” olmak insanlığın olmazsa olmaz koşuludur. DİN’in zorunluymuşçasına
tanımlanmasına dair ilave yap.
Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Yusuf abi yukarıda göründü. Yalpalaya
yalpalaya bize doğru yürüyordu. Belli ki kafası kıyak. Ahmet yanımızdan
sesleniyor: Ulaaaa Yusuf!. Gelmeeee, gelmeee . Hasan burada. Seni de dinden
çıkaracak.
Konuştuğumuz kişi söylediklerimizi anlayan biriyse konuşmanın tadına doyum
olmaz. Konuşmak cinsellikten daha önemlidir. Zira cinsel açlığını kendi kendine
giderebilirsin ancak kendi kendine konuşamazsın. Yanlış oldu, konuşursun da
görenler hakkında iyi şeyler düşünmezler. Arada iyi düşünenler olursa onlar da
en iyi ihtimalle sizin tımarhaneye tıkılmanıza yardımcı olurlar. Bu arada Küçük
Prens’i tekrar hatırlayalım. Her ne kadar Konuşmak anlaşmazlıkların kaynağıdır
demişse de, kasttettiği farklı düşünen iki insan ya da insanla hayvan arasındaki
konuşmalardır.
İncil değiştirilmiştir Kur’an değiştirilmemiştir diyen Ahmet’le yaptığımız bir
başka konuşmamızda; neden dünyadaki tüm inanmış erkeklerin müslümanlığı
seçmediğini, tüm kadınların ise müslümanlığı terk etmediklerini hep merak ederim
demiştim. Ama dedi Ahmet: Dün gece televizyonda Bayraktar Bayraklı Hoca’yı
dinledim. İslamiyetin kadınlara pek çok haklar getirdiğini, bunlardan en önemli
iki tanesinin ise, kız çocukların diri diri kuma gömülme geleneğini ortadan
kaldırdığını ve erkeklerin 10 kadınla evlenebilme haklarının dört kadınla
sınırlandırdığını öğrendim.
Ahmete sordum: Hiç düşündün mü? Bir toplum kız çocukları öldürüyorsa toplumda
erkek sayısı çok, kadın sayısı az olmaz mı? O toplumda on kadınla evlenmek
isteyen erkek, on kadını nereden bulacak? Bu işte bir terslik yok mu? Bir hayli
düşündükten sonra galiba haklısın dedi. Ahmete söylediklerim bunlar ve
benzerleriydi ancak gazetelerimizde köşe kapmış yazarlarımızın, badem bıyıklı
TV yorumcularımızın çoğu kısa zamanda ünlü olmaları, yazdıklarının ses
getirmeleri sonucu olacak, bilgi birikimlerindeki eksilliğe aldırmadan
diledikleri alanlarda at koşturmaya pek meraklı olduklarını hatırlayınca,
Ahmetten fazla şey beklediğim kanısına vardım. Her biri birer Ahmet idi. Hatta
Ahmet bile değillerdi. Zira Ahmet hiç değilse haddini biliyor. Bir daha
Ahmet’in yanlışlarına vurgu yapmaya kalkmadım. Lütfen düşününüz. Üniversite
sınavlarında en az puan alınarak girilen yerler genellikle iletişim
fakülteleridir, buna karşın dünyayı çözümlemeye soyunmuş olanların neredeyse
tamamı bu okullardan mezun olmuş gazetecilerdir. Hani biraz daha fazla puan
almış olabilseler, belki bir şirkette ekonomist, bir bankada memur, bir okulda
öğretmen, ödenmemiş çekleri tahsil etmek üzere icra dairelerinde koşuşturan bir
avukat olacakken üniversite sınavlarında aldıkları düşük puanların
yönlendirmesiyle zorunlu olarak gazeteci olmuşlardır.
İşte bu mecburi gazetecilerin yazıları ve söyleşileri öylesine sığ ki,
kendilerini derya sanıp balıklama dalanlar kesinlikle tepe üstü deniz tabanına
çakılma sonucu hayatlarını kaybederler.
Gazetelerin köşe yazarları da nerden çıktı demeyin. Bir yerden çıkmadılar, hep
vardılar. Çetin Altan gibi hakkında iyi söz söylesem dahi “hadi oradan sen
kimsin de beni takdir ediyorsun” deme hakkına sahip duayenler bir tarafa,
kalanlar arasında ayakları yere basan, sağlam mantığa sahip çok beğendiğim
Kürşat Bumin, SP lideri ile seçim öncesi dinci kanalların birinde katıldığı
programda, türban özgürlüğü hakkında neler düşünüyorsunuz diye sorunca , derin
sandığım deryaya balıklama atlayıp kafa üstü çakılan ben oldum. Düşünsenize,
türban özgürlüğü diyor!. Hem türban! hem özgürlük! Kafa üstü çakıldıktan sonra
hala bunları yazabildiğime göre vartayı atlattığımı anlıyorsunuzdur. Ölmedim,
çünkü dinci kanalımızın yetkilileri beni hemen kanal sahibinin F tipi
hastanelerinden birine kaldırdılar. CIA’nın Azraili tehdit etmesi sayesinde
hayata döndüm(!).
Talimatın kimden geldiği önemli değildir. İster kul sahibi Allahtan, İster köle
sahibi Adem'den gelsin. Talimat talimattır. Mutlaka uyulacaktır. Bu işte
özgürlük mözgürlük yoktur. Kulların ve kölelerin dilediklerini giyebilme
özgürlüğü olabilir mi? Ayrıca Kur’an, kadınlara ziynetlerinin yani “cinsel
objelerinin” örtünmesini emretmiştir; saçlarını değil. Ziynetlerin örtünmesine
gelince; mesele ziynetin ne olduğunu tanımlamakla çözülür. Sokakta göğüs
dekoltesinin sergilediği yer ziynettir ama normal bir plajda tanganın açıkta
bıraktığı alanları kimse ziynet olarak algılamaz. Günümüzde saç ziynettir diyen
ve saç görünce bir tarafları harekete geçen erkek varsa sorunun çözümü saçları
örtmekte değil, o erkeği tımarhaneye kilitlemektedir.
Ey türban savunucuları! Siz bu işi Allahtan iyi mi biliyorsunuz ki örtünmek
özgürlüğünden söz edebiliyorsunuz. Allah, yarattığı kullarını iyi tanıyor.
Kullarından dişi olanların doğalarında ziynetlerini sergileme eğilimi olduğunu
biliyor, onların örtünmesini istiyor. Peki siz neye dayanarak “örtünme
zorunluluğunun” adına “örtünme özgürlüğü” diyebiliyorsunuz.
Zemherinin ayazında mini etek giyen dişi kullar vardır amma! Eminim şık
görünmek arzusuyla kısa pantalon giyen erkek kullarla karşılaşan hiç
olmamıştır.. Örtünmek kadın doğasına aykırı iken örtünmenin özgürlüğünden nasıl
söz edilebilir? Ve en önemlisi, kadın doğasına aykırı bir davranış biçiminin
insan haklarına aykırı olmadığı zımni olarak da olsa nasıl savunulabilir! Güzel
görünme dahil olmak üzere insanlar bazı doğal davranışlarına ket vurabilirler
ama, bu durum özgürlük sözcüğü ile ifade edilmez. Olsa olsa feragat denebilir.
Yani bir müslüman kadın: Güdülerim gereği sergilemekte olduğum ziynetlerimi
bundan sonra sergilemeyeceğim diyerek rızasıyla örtünmeyi seçebilir. Razı
olmak, rıza göstermek eylemlerinde asla özgürlük yoktur. Bir korku karşısında
boyun eğiş, bir güce teslimiyet vardır.
Zevksizlik ancak çok parayla satın alınabilir mealindeki görüşüme katılıp
katılmadığınızı bilemiyorum; fikrimi doğrulayan bir olayla yakın zamanda tekrar
karşılaştım. Bir tanıdığımın oğlu nikah davetiyesini verdi. Davetiyenin
boyutlarına belki inanmayacaksınız; 40x10x0.4 cm idi. Sevdiğine kavuşma
gayretindeki delikanlımızın parası az olsaydı, böylesine pahalı bir çirkinliği
satın alamayacaktı. Belki de Seçil ve Mehmet gibi yapacak, eskiden hemen her
büro masasında yer alan, küçük bir plastik tablaya takılı iki eliptik metal
parçası üzerinde hareket eden takvim yapraklarında, nikah günlerini gösteren
yaprağı koparacak, el yazısı ile üzerine davetiye metnini yazacak, fotokopiyle
çoğaltarak davet edeceği kimselere dağıtacaktı. Ve böylelikle hani Nobel
Davetiye ödülü dağıtılıyor olsaydı kesinlikle ödülü kazanmış olacaktı.
(Söylemeden de edemeyeceğim bu Mehmet’in bence müthiş buluşuna Seçil ne dedi
hiç haberim yok.)
Üyesi olmamız halinde bizi bu tür görgüsüzlüklerden arındırırlar beklentisiyle
genel olarak karşı olduğum AB’ye ara sıra evet demek geliyor içimden.
Düşünsenize! Paramızla “bok kanalı” pardon kokoreç yememize bazı sınırlamalar
getireceklerini söylüyorlar. Olur ya! 40 cm uzunluğunda davetiye basılmasını da
engellerler belki.
Sonra birden Anna’nın “sen nasıl AB yandaşı olursun” diyen sesini duyuyor ve
utanıyorum. Mor odada doğan Anna Komnena 900 yüzyıl öncesinden sesleniyor,
bizleri adam etmelerini umuduğum insanların latin köpekler olduğunu, onların
bana verebilecekleri insanlık dersi olamayacağını hatırlatıyor, ne Araptan ne
Acemden, ne Latin’den ne de melez ABD’den alabileceğin şeyler vardır diyor.
Anna’nın Arabı, Acemi, Latini bilmesini anladım ama ABD’yi de bilebilmesine
anlam veremedim. Kendisinden 700 yıl sonra ortaya çıkan ulusu nasıl bilebilir.
Galiba dedim Anna’nın bana seslendiği falan yok, anlaşılan zamanlar arasında
kaybolmuşum. Belki de halusinasyon görüyorum. Anna tekrar sesleniyor, ben diyor
yaşayan bir ölüyüm. Senin canlı benim ölü olduğum üçüncü milleniumdaki dünyayı
okuyamamana şaşırıyorum! beni sen anlayamazsan kim anlayabilir diyor?
Öylesine bön bön baktığımdan olacak bir şey anlamadığımı hissetmiş ki
kulaklarını iyice aç ve beni dinle; ama öncelikle anlamana yardımcı olacağını
düşündüğüm bazı bilgileri belli ki iletmem gerekiyor dedi ve açıklamaya
başladı. Bilinenin aksine Roma imparatorluğu, Bizans imparatorluğu, Osmanlı
imparatorluğu adları verilerek yapılan betimlemelerin tümü hatalıdır. Aslında
ve gerçekte İmperium Romanum I, İmperium Romanum II, İmperium Romanum III,
İmperium Romanum IV var olmuştur. İngiliz imparatorluğu, Cengiz imparatorluğu
gibi bazı adlandırmalar varsa da onların emperyal özellikleri olan ama orbis
romanum hüviyetini taşımayan, geniş arazilere sahip büyük devlet olmaktan öte
vasıfları yoktur. Anlatmaya devam etti. Anna haklı. AB kim oluyor? Ben
Anadoluyum. Arabamın arkasına AB’ye hayır ABD’ye de! tabelasını koymakla çok
doğru yapmışım. Anna uyarmasaydı bunları düşünemezdim bile. Sadece 200 kişiyle
tüm güney amerikayı kılıçtan geçiren barbar Cortez’in Latin olduğu,
torunlarının bugün bize AB adı altında medeniyet satmaya çalıştıkları nereden
aklıma gelebilirdi ki? Keza Bizans tarihçileri de barbarlardan söz ederken
daima batıda yaşayan uluslara işaret etmemişler miydi?
Çoğunluğunu Selçuklu’dan bir kısmını Bizans’tan devir aldıkları Anadolu
halklarını tam 600 yıl koyun misali “anadolu ağılına” kapatan Osmanlıyı, namı
diğer üçüncü Roma’yı istemeden olsa da yaptığı bu hatasından dolayı
affedemiyorum. Osmanlı ne Bizansın mirasçısı olmayı hakkıyla becerebildi ne de
Anadolu medeniyetlerinin kıymetini bilebildi. Avusturya Macaristan İmparatoruna
“sen de kim oluyorsun, dünyada tek imparator var o da benim “ mealinde bir
mektup gönderen Kanuni Sultan Süleyman , “müslim, gayrımüslim Osmanlıların
Acemlerle evlenmesi yasaktır” kanunnamesini yayımlayan Mehmed Reşad
örneklerinde olduğu gibi tek tük yerinde çıkışlar yeterli olamamıştır anadolu
halkının bilinçlenmesine. O yüzden bu halk bugün AB’nin eline bakmaktadır.
Anna haklı. Zorunlu olarak AB karşıtı olmalıyım.
Ürettikleri araçların arkasına, bu araç otomobil değil ama secaat arz ederken
sirkatin söyleyen merd-i kıpti’ye nazire yaparcasına (sen) OTOSAN yaftasını
perçinleyen bir büyük holdingimiz AB yanlısı iken ben nasıl AB’ye hayır demem.
Anna hala yaşıyor galiba. Uykumun geldiğini sezmiş olmalı. Aman ha! Belki
unutursun İbni Fadlan’ı ve nasıl oruç tuttuğunu da mutlaka yaz dedi. Arkasından
ben biliyorum ama okuyucun da bilmeli demeyi ihmal etmedi. Sanki bilgisayarın
karşısına oturmadan önce Mustafa ile konuştuğumu biliyordu. Zira Mustafa’ya
İbni Fadlan’dan söz etmiştim.
Mustafa; Biz Arabistandaki gibi bir müslümanlık istemiyoruz demişti, menzil
gurubuna yakınlık duyuyordu ancak farkında değildi ki, menzil gurubu ve diğer
tüm şeyhler, şıhlar anadolu müslümanlığı yerine arap müslümanlığı getirmeye
çalışıyorlar. Sen karşı olduğunu söylediğin arap müslümanlığının Türkiyeye
yerleşmesine alet oluyorsun dedim. Hayır asla! dedi. Peki: seninle yaklaşık 20
yıllık arkadaşız. Sizin evinize misafir olarak gelsem bu adam namahrem diyerek
eşin, annen, ablan, kızkardeşin benden kaçar mı diye sordum. Kaçmaz dedi. O
zaman sana Arap gezgin İbni Fadlan diğeri Maxim Rodinson’dan alınma iki olay
anlatayım, ne tarafta olduğuna kendin karar ver dedim.
Önceliği Fadlan'a verelim. Kadınları erkeklerinden ve diğer erkeklerden hiç
kaçmazlar, keza kadın hiçbir insandan kaçarak bir yerini örtmez. Bir gün
birinin evine misafir olarak inmiştik, hep beraber oturuyorduk, erkeğin karısı
da bizimle beraberdi. Kadın konuşurken fercini açtı ve kaşıdı; biz de kadına
bakıyorduk; onun bu hareketi üzerine, yüzümüzü kapadık ve estağfirullah dedik.
Bunun üzerin kadının kocası güldü ve tercümana : “ Onlara de ki, sizin
huzurunuzda biz onu açarız siz de onu görür onu korursunuz ve bir kötülük
yapamazsınız. Bu şekil onu örtmekten daha iyidir” dedi.
Maxim Rodinson: Olay büyük bir kargaşalığa yol açtı. Araplar hakkında Carlo
Levi’nin Lucania köylüleri için söylediklerini aynen tekrarlayalım. “ Aşk ya da
seksüel istek köylülerin gözünde o kadar güçlü bir tabiat kuvveti ve itilme
olarak kabul edilir ki, hiçbir iradenin bu itilmeye karşı duramayacağına
inanılır. Eğer bir erkekle bir kadın beraberseler, gözlerden ırak ve başbaşa
kalmışlarsa, sevişmelerine hiç bir şey engel olamaz. Ne ölçüde kararlı ve iffet
düşkünü olursa olsunlar mutlaka birleşirler ve eğer birleşmemiş bile olsalar,
birleşmiş kabul edilirler. Burada sözü edilen olay Hz.Aişe-Safvan
dedikodusudur.
Kafası karıştı Mustafanın, Bir kadının biryerlerini uluorta kaşımasını doğru
bulmadı ama bir erkekle aynı mekanda kalmış olmasından “mutlaka yatmışlardır”
sonucunun çıkarılmasını da hiç benimsemedi. Benimsememekte haklısın dedim.
Anadolu müslümanı kadın, herkesin arasındayken fercini kaşımaz ancak
erkeklerden de kaçmaz!
Artık anadolu islamı ile Arap islamı arasındaki farkın ayırdına varmıştır;
namahrem kavramının doğuş nedenini anlamıştır diye düşünürken “ama bu
anlattıklarının namahremle ne ilgisi var” var sorusunu yöneltince, bilgi
aktarmakta yeterli olamadığımı idrak ettim. Belli ki Mustafa’nın karşısında adeta
yeni bir şeyh konumunu üstlenememiştim. Mustafa’nın şeyhi olabilseydim
sorgulama yapamazdı, dediklerimi aynen ve doğru olarak kabul ederdi. Belli ki
şeyhini dinlerken nasıl kullanamıyorsa aklını, beni dinlerken de
kullanamıyordu. Yeniden anlatmayı denemeliydim. Faydalı olur umuduyla kısa
tümcelerle ifadeyi sectim
İbni Fadlan’dan yaptığım alıntıdaki Türk kadınına ...
Arap toplumunun adetlerini...
Kabul ettiremezsiniz...
Kabule zorlarsanız...
Sonunda...
Daracık uzun eteğine üzerine türban takan...
Ruj, oje, allık kullanan...
Kaşları kalemle çizilmiş...
Kara çarşaf altına g-string giyen...
Herkese açık parkta...
Erkek arkadaşının kucağına oturan...
Doğasına uygun ama...
İslamın kadına biçtiği yaşam tarzına uygun olmayan...
Eylemlerde bulunan kadınlar yaratırsınız...
Sonra kalkar...
Müslüman kadına yakışmadı dersiniz...
Kabahat kimdedir?...
Kadın doğasını bilmeyen sizde mi?...
Yoksa Arap kültüründe mi?...
Eğer Peygamber...
Evlatlığı zeyd’in evine gittiğinde...
Zeyd’in çok güzel olan karısı zeynep
Yarıçıplakken kapıyı açmamış olsaydı...
Zeynep’i o haliyle gören Peygamberde...
Zeynep’e yönelik duygular oluşmasaydı...
Bu duygudan sakınmak üzere Peygamber ...
Allaha yalvarmamış olsaydı...
Olayı duyan Zeyd...
Peygamber lehine karısını boşamamış olsaydı...
Akabinde...
Allah katında Peygamber ile Zeynep’in nikahının kıyılmış olduğu...
Azhap 37. Ayetle bildirilmemiş olsaydı...
Nihayetinde Peygamber Zeynep’le evlenmemiş olsaydı...
Belki de namahrem kavramı...
Eski bir arap geleneği olarak kalır...
İslam inanç sisteminde yer almayabilirdi...
Belki bu yüzden...
Benim eve gelip gidenler ile...
Karım Ayşe arasında...
Zeynep’le aramdakine benzer bir ilişki doğabilir kaygısıyla
Sanırım haklı olarak...
Evde olmadığı zamanlarda...
Müminlerin eve gelmelerini...
Yasaklamazdı...
Ve “namahrem” kavramı yeniden doğmazdı.
...İnsanın akıl yürütmeye kalkışmadan dinsel konularda söze boyun eğmesi, bu
söz dinlemeye karşılık öbür dünyada ödüllendirileceği doğrudur elbette. ... Ama
gene de O’nu (Tanrıyı) anlamak olanaksız ise, insanın anlamadığı şeylerden
sorumlu tutulması ne kötü derken ne kadar da doğru söylüyordu Dostoyevski.
Bir türlü anlayamadığım gayretlerden biri de kadın erkek eşitliğinin sağlanması
için gösterilen cabalar ve yazılan yazılardır. AKM’deki bir resim sergisini
görmeye giden grubumuzdaki kızlara asansör kapısını açıp binmeleri yönünde
reverans yaptığım zaman; neden kapımı açıyorsun? ben özürlü müyüm demişti
Ulufer. Çok hoşuma gitmişti bu tepki. Ulufer özürlü değildi. Kendi kapısını
açabilirdi.
Bundan sonra kadınlar hakkında bir şeyler yazmaya çalışacağım. Eğer bir kadın
okuyucu bulursam sen kadınları hiç tanımamışsın demesin diye yaşadığım bir
olayı öncelikle anlatmam gerek. Bir arkadaşıma doğum günü hediyesi almam
gerekiyordu. Onlarca kravatına bir yenisini eklemeyeyim düşüncesiyle farklı bir
şey bulmayı denedim. Suadiyede ünlü bir giyim mağazasının alt katında sıra dışı
şeyler satıldığını biliyordum. Oraya gittim. Uygun ve farklı bir şey aranırken
gözüme bir kitap ilişti. Kitabın adının “Erkeklerin Kadınlar hakkında
bildikleri” olduğunu görünce hemen alıp incelemeye koyuldum. Kitabın ilk
sayfası boştu. Bembeyaz bir sayfa. Olabilir dedim. Bazı kitapları böyle
basıyorlar. Derken ikinci sayfasına baktım, a aaaa! O da boş. Üçüncü, dördüncü,
kırkıncı, yüzüncü, dörtyüzüncü sayfaları da bembeyazdı. Kısaca kitap baştan
sona beyaz yapraklardan oluşmuştu. İyi bir okur olarak diyebilirim ki şimdiye
kadar okuduğum kitaplar içerisinde kendisini en iyi ifade eden kitap bu
kitaptı. Erkekler kadınlar hakkında kitap yazmaya kalktıklarında böylesine
sayfalar dolusu şey yazabilirler ama yazdıkları arasında okunacak bir tek harf
bile yoktur. Tabii kadınlar hakkında yazan Einstein ise onun söyleyecek bir kaç
lafı olabilir. Dünyada kaç einstein yaşamış ki “ bazı insanlar kadınları
anlamaya çalışır, bazıları ise daha basit meseleleri, örneğin görelilik ‘kuramı
gibi’” diyebilsin. Ama ben Einsteinden daha akıllıyım ya(!). Öyle yok görelilik
kuramı, yok birleşik alanlar gibi basit şeylerle uğraşmam kadınları anlamayı
gayet iyi beceririm. Einstein anlamamış ama ben şıp diye çözüverdim. Her şeyden
önce kadınlar asla hata yapmazlar. Hatalı gibi göründükleri hallerde aslında
erkeklerin yamukluğu söz konusudur. Tıpkı evliliklerinde olduğu gibi.
-Kadınlardan hoşlanır mısınız, Prens?
-Hayır!
-O halde budalanın tekisiniz.
Diyen Dostoyevski’nin nasihatlerine özellikle dikkat kesilinmesini ve “bir
erkeğin haddini ancak ve sadece bir kadının bildirebileceğinin” gözden uzak
tutulmaması gerektiğini aklımızdan çıkarmayalım.
Belki de bu yüzden canlıların sınıflandırılmasında arıza var. İnsan, hayvan
gibi ana iki başlık fazla genel oluyor. Sanırım sınıflandırmayı Erkek, kadın,
hayvan ya da kadın, erkek, hayvan şeklinde yapmak gerekebilir. Buna bile (ve
sanırım) kadınların çoğu itiraz eder, kadın, hayvan, erkek şeklinde bir skala
önerirler Erkek maymunların dişilerinden ne kadar farklı olduklarını bilmiyorum
ama, bu konudaki vargımı açıklamam gerekiyor. Bir erkeğin bir kadınla olan
ortak yanları, inanıyorum ki bir erkek maymunla olan ortak yanlarından daha
azdır. Hani maymunlar biraz futbol takip etseler biraz da kafa çekip ülkelerini
kurtarmaya ve düzeni sağlamaya, bu uğurda Beyazıt Meydanında bir kaç gorili
sallandırmaya kalksalar, biz erkeklerden hiç farkları kalmayacaktır. Olur ya
bir de “maymun şeyh” bulup nezaretinde iki zikir patlatsalar erkeklerin önde
gideni olmamaları için hiç bir neden kalmaz.
Mutfağa dahil ettiğimiz balkonun zeminini parke döşedik. Parkeyi döşeyen usta,
balkon zemini ile mutfaktaki fayans döşeme arasında geçişi sağlamak üzere ahşap
bir çıtayı silikonlayarak yapıştırdı. Üzerine ağırlık koymamız gerekir deyince
aklıma kitaplarım geldi. 14 ciltlik Avrupa müzeleri, 8 ciltlik istanbul
ansiklopedisi, 10 ciltlik Elmalılı Hamdi Yazır tefsiri, kalınca 8 sözlüğü
çıtanın üzerine koydum. En üste Bir Tutkudur Trabzon’u ekledim. Roma-Bizans ve
Osmanlı imparatorlukları tarihleri ile Anadolu Uygarlıklarını da ilave edince
zavallı çıtanın yapışmaya karşı olan tüm direnci kırıldı. Belli ki iyi bir
gözlemci(!) olan parke ustası da “Oooo ! Mükemmel oldu; kitaplar bayağı işe
yarıyormuş” dedi. Şimdi düşünmenizi rica ediyorum, tabii eğer aklınızı bir
şeyhin emrine vermemiş ve onu kullanmayı hâlâ biliyorsanız, kitaplara bakış
açısından antika Kuran’ın sayfasını üfleyen Sabancı ile parke ustası arasında
fark var mıdır?
Süleyman başta Bektaşilik olmak üzere tarikatlar ve farklı inanç sistemleri
üzerinde araştırma yapmaya pek meraklı. Ha bire anlatıyor. Ara sıra bir şeyler
söylediğimde, söylediklerimi hemen onaylıyor ve anlatmaya devam ediyor. Çok
dolu olduğunu fark ediyorum. Süleyman şu anda Mevlananın deyimiyle Kitap Yüklü
Eşek gibi (buradaki eşşeklikten alınmamak gerek, hepimiz eşeğizdir de
farklarımızı taşıdığımız yükler belirler, kimi kitap, kimi para, kimi kum taşır;
kimi sevgi, kimi kin ve kıyısından köşesinden biraz bilgi.) Ya da Dilipak
benzeri ki sırtında her şey vardır. Süleyman yük taşıyor olsa da yük olarak
taşıdığı kitaplar (iyi ki kitap, kum da olabilirdi) ona sırtındakileri
başkalarıyla paylaşmasını öneriyor, Paylaşmaz ve yükünü azaltmazsan yeni
kitaplar yüklenemezsin diyor. Dolu dolu konuşmasından anlıyorum ki, sırtından
indirdiği yüklerin kıymetini bilen nadir ambarcılardan biriyim. Ve Süleyman da
biliyor ki yükünü indirdiği ambarımda kitaplarına gereken önem verilmektedir.
Geçen akşam gene dolu halde Beylerbeyine geldi. Belli ki yükü taşıyabileceği
ağırlığın ötesine geçmişti. Tahliye şarttı. Yüklerinin bir kısmını indirdi.
İşin hoş tarafı, beni Bektaşi sanıyordu. Olmadığımı daha önce söylemiştim.
Sanırım bir insanın tanımlanabilir ya da adlandırılabilir bir görüşün yandaşı
olmak zorunda olduğuna, benim de bir yola aidiyetim olması gerektiğine
inanıyor. (Tıpkı Suat’ın inanç dışı söylemlerimden yola çıkarak beni Hristiyan
olarak adlandırması gibi.) Belli ki beni Bektaşiliğe uygun görüyor. Değil mi
ki, gündüz oruç tutup iftardan sonra şarap içmiş biriyim. Oysa dünyada tek bir
Bektaşilik yoktur, ne kadar Bektaşi varsa o kadar bektaşilik vardır.
Konuşmalarından, henüz ortada bir “süleymanca’nın” olmadığını anlıyorum.
Ağzından çıkanlar sözler sana ait değil diyorum. Haklısın diyor. Süleyman fikir
üretmeğe başlamadığı sürece kitap, yük ve eşek üçlemesinin dışına çıkamaz .
Süleyman sürekli aynı konularda kitaplar okumayı bir yana bırakıp farklı
konulara da yönelmelidir. Aksi takdirde skolastik felsefe öğretisinin batağına
saplanır; yani Orhan Hançerlioğlu’nun tanımıyla: “Belli bir konuyu incelemek
demek, o konuda Aristoteles’in ne yazdığını okumak demektir. Daha derin bir
inceleme, Aquinolu Thomas’nın Aristoteles’in bu yazısı üzerine ne yazdığını
okumak demektir. Bilimsel bir incelemeyse Aristoteles’in ve Aquinolu Thomas’ın
yazılarını tekrarlayan üçüncü bir kitabı okumak demektir .” mantığını ve Cengiz
Bektaş’ın deyişi ile : Benim oğlum bina okur/Döner döner yine okur’ un
Süleymana uydurulmuş şekli olan Bizim sülo Din’i okur/ Döner döner yine okur
açmazını aşamaz.
Kitap seçerken farklı konulara yönelimin yönü pek çoktur kuşkusuz. Bildiğim
yollardan biri tanrıları tiye alan yazarların yazdıklarını da eşelemektir. Örneğin
Samsatlı Lukianos’un Seçme Yazıları bu iş için biçilmiş kaftandır. Ya da
okumayı bırakıp, şimdiye kadar okuduklarını akıl imbiğinden geçirmeyi
deneyebilir.
Süleyman aklını kullanmayı kenara koyup kimin hangi konuda ne dediğini okumaya
devam ederse bir süre sonra aklını da kullanamaz hale gelebilir. Tarikatların
ve şeyhlerin yaptığı da kısaca budur. Aklı kenara koydurmak. Şeyhe ve yoluna
teslim olmak!. Teslimiyet bir kez gerçekleşirse artık kurtulmak olanağı kalmaz.
Ancak mutlak bir gerçeği de yazmadan geçmeyelim: İnsan salt aklı kullanarak bir
yere varamaz. Aklın kullanılması bilgi temeline dayanıyorsa işe yarar. AHMET
GAZALİYİ İLAVE ET.
Geçen akşam Türklerde tek tanrı inancının çok eski olduğunu söyledi ve
yanılmıyorsam eskiliğini onyedibin rakamıyla ifade etti Süleyman. Muhtemelen
doğrudur ve öyle de olması gerektir. Zira uzun süre aynı inanç sistemiyle
yaşayamaz insan. Adı üzerinde inanç akla aykırıdır. İnsanlar aklını kullandıkça
Tek Tanrı, Çok Tanrı, Yok Tanrı ve yeniden Tek Tanrı, Çok Tanrı, Yok Tanrı
üçlemesini tekrar tekrar yaşamak zorundadırlar. Günümüz her şeyi yoluna
koyan(!) tek tanrı dönemidir. Devamında Yok Tanrı dönemi gelecektir. Geldiğinde
ve egemen olduğunda Velikovsky’nin dünyaları tekrar çarpışmazsa Tanrılar bir
daha geri gelemeyecektir.
Görme kusuru oluşması ortak yaşama ihanetin başlangıç evresidir. Gözde gelişen
kusur gözün bedene ihanetidir. Beyinde gelişen kusur eşlerin
ihanetinin ilk basamağıdır.
Bir tanıdığımın yazdığı romanların imza gününe katılmıştım. Davetli olmadığı
halde hazır bulunanlardan biri ikide bir söz alıp konuşmayı şiir üzerine
yönlendirdi. Katılımcılar arasında bulunan Marmara Üniversitesi Edebiyet
fakültesinde öğretim görevlisi olan karı-kocanın dikkatini çekmeyi başardı.
Sözün kısası şair olduğunu şiirlerinden birinin varlık dergisinin o ayki
sayısında yayınlandığını söyledi. Ertesi gün varlık dergisini aldım. Davetsiz
şairimizin Eylül isimli şiirini okudum. Şiirden aklımda kalan tek şey: Şairin
“Küllerinden doğa doğa doğacak külü kalmadı” mısraını kullanabilmek amacıyla
şiir yazdığı olmuştur. Şaiirimiz bana Necip fazıl Kısakürek’i anımsattı. Ne
zaman Sakarya Türküsünü okusam, sanki her beytin birinci mısraı laf olsun diye
yazılmıştır, asıl olan ikinci mısradır. Ya da, şiirin tümü tek bir söz söylemek
ereğiyle kaleme alınmıştır. Diğerleri süslemedir.Yanlış anlaşılmasın Amacım
Necil Fazıl’ı eleştirmek falan değil,haddime mi düşmüş. Yoksa Affet isimli: Göz
kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten/Affet senden habersiz aldığım her
nefesten, oluşan iki mısralık şiirinden başka hiç şiir yazmamış
olsaydı da, kanımca yine büyük şair olarak anılırdı. Sakarya Destanı adlı
şiirinde “din” imgesinde boğulur gibi oldu diye düşünmüştüm, işte onu yazayım
dedim. Hani belirli bir konuda yazmaya karar vermek sanki şairin duygularına
ket vuruyor ya, tıpkı Bach’ın 1 No’lu Do Minör konçertosu üstüne Nazım’ın
yazdığı şiir gibi. Eğer konçertoyu daha önce dinlemişseniz o şiirde konçertoyu
bulmak için uğraşırsınız, bel ki de bir nebze bulursunuz. Oysa Mavi Liman’ı
böyle mi Nazım’ın. Çınarlı kubbeli mavi bir liman dizesini okuyunca aramanıza
gerek kalmadan İstanbul size seslenir; “hiç bir şair böylesine kısa ve öz
tasvirimi yapmamıştı der”. Betimleme yeteneğinin doruğa ulaştığı, imgelemin
sözcüklerle anlatılabilmesine en iyi örnek sayılabilecek Kaptan’ı yazan Nazım,
neden Do Minör Konçerto üzerine şiir yazıyor ki?
Madem ki haddimi aşan laflar etmeye başladım. Biraz daha sürdüreyim. Hem gırgır
olur, güleriz. Bir kaç arkadaş gecelerden bir gece demlenip yurdumuzun
sorunlarını konuşurken, nereden geldi aklıma bilemiyorum ama, Yıldırım Gürses
Osmanlı Müziğine, Neşet Ertaş Halk Müziğine, Erkin Koray Türk popuna arabesk
bulaştırdıkları için Nasyonal Kültür Mahkemelerinde(!) gıyaben
yargılanmalıdırlar demiştim. Nejla hemen söze giriverdi. Haklısın ancak Timur
Selçuk’u atladın dedi. Timur Selçuk’u hiç sevmem, bende İstanbul Oda
Orkestrasıyla yaptığı bir CD çalışması var. Onda da Timur Selçuk besteci değil,
şef olarak bulunuyor dedim. Neden atladığımı sordum. Dedi ki: Düşünsene 70’li
yıllarda gençliği kasıp kavuran besteleri neden 30 yıldır yok. Beethoven’ın
duyması iyice ağırlaştığı halde dahi beste yapmayı sürdürdüğünü hatırlasana,
eline fırça almaya 30 yıl ara vermiş ressam, yontu aletlerini kenara atan ve 30
yıl onlara dönüp bakmayan heykeltraş duydun mu?. Hiç duymadım dedim. Babası
yazıyordu tüm o güzel şarkıların bestelerini dedi. Aklım yatmadı da değil.
Biliyorum parasına kıyıp kitabımı alan okularım arasında “amma da attın ha!”
diyenler hayli çok olacaktır. Yukarıda adını zikrettiğim insanları aslında hiç
eleştirmediğimi sadece durum tespiti yaptığımı düşünmeden, sırf onlar için hoş
sayılmayacak sözler söylemiş olmam nedeniyle “mutlaka eleştiridir” önseliyle
“sen kim oluyorsun da onları eleştiriyorsun” diyenler bulunacaktır. Koca Mevlana
bilmem hangi “hisse’yi” anlatmak için: hizmetçisinin garip hareketlerinden
kuşkulanan Hanımın hizmetçiyi takip etmesini, hizmetçinin ahıra gidip eşeğin
altına yatmasını, bir süre sonra rahatlamış halde ahırdan çıkmasını, hizmetçiye
öykünen hanımın da eşeğin altına yatmasını, eşeğin günümüz moda deyimiyle ve
“eşşekliğinden olacak” orantısız güç kullanması sonucunda hanımın yaşamını
yitirmesini, eşeğin altında hanımının cansız bedenini bulan hizmetçinin “a
hanımım!” benim yaptığımı yapmak istedin ama bu işi yaparken eşekle arama kendi
ölçülerime göre seçilmiş ve ortasında delik bulunan bir kabak koyduğumu
bilemedin dediği “kıssa’sını” seçerse ben de onu eleştiririm. Tamam anladık
onlar çok büyük insanlardır ancak kusursuz değillerdir. Üstelik (daha önce mi sonra
mı? hatırlayamıyoum!) dedim ya! “eleştiri herkesin, takdir en iyilerin
hakkıdır.” Bir taraftan “insan düşünen hayvandır” deriz, diğer yandan
düşünmemizi engelleyen şeyhlerin elini öperiz.
Eğer bir insan varsa, eğer onun biraz aklı varsa, ve eğer aklını biraz
kullanabiliyorsa “zina’nın” ispatı için dört şahir gereklidir diyen islam
kökenli öğretinin nedenini sorgulamaz mı? Bırakın dört şahidi tek şahit önünde
de olsa, hadi zinadan vaz geçtim, yasal bir ilişki olabilir mi? Zina yapanlar
Bu olmayacak birDEvAM YAZ.
Briç bir kağıt oyunudur ama diğer oyunlara hiç benzemez. Briçle mukayese
edilecilecek tek oyun satrançtır ancak, bu karşılaştırmada ben E.A.Poe’nun Morg
Sokağı Cinayeti isimli öyküsünün girişindeki briç üzerine tiratına aynen
katılıyorum ve briçin tartışılmaz üstünlüğünü kabul ediyorum. Briç masasında
oturanların bilgisi, becerisi, gözlemleri, çözümleme ve sentez yeteneği,
karakteri ortaya konulur. Dört oyuncudan biri kendine göre doğru bir şey
söylediğinde ve ya yaptığında doğru söylemişse/yapmışsa onaylanır, yanlışı
anında önüne konur. Kısaca herkes en doğruyu kendisinin bildiğini sanır ama
doğru tektir ve ispat edilerek gösterilir. Bu kolaylığı, yaşamın diğer
alanlarında pek bulamıyız.
Kadim dostlarımla oturmuş laflarken Osmanlılar üzerine yapılan bir tartışmada
benim fikrimi sorduklarında, biraz beklemelisiniz, Osmanlı İmparatorluğunun
Ekonomik Ve Sosyal Tarihi isimli muhteşem bir kitap aldım, okuduktan sonra
Osmanlıyla ilgili sorularınızdan bazılarına cevap verebileceğim dedim. Kemal
hemen atladı ve kitabın yazarını sordu. Halil İnalcık ile Donald Quataert
deyince; haaaa! iyi dedi (eminim İnalcık’ı duymuştur da Quataert’ten haberi
yoktur). Kitabın yazarını duyunca onay vermesindeki (çok sevdiğim, oldukça
akıllı bir arkadaşım ama yaptığını tam olarak açıklayabilen ‘bulabildiğim en
hafif sıfatı’ kullanmak zorundayım) patavatsızlığa karşı ne diyeceğimi
bilemedim.
Burada haddini bilmeyen arkadaşıma karşı yapabileceğim bir şey, diyebileceğim
bir söz yok. Öğrenci ya da akademisyen olmayan, yaşamını bir şeyler satarak
kazanmaya çalışan biri, 700 yıl önce kurulmuş, 80 yıl önce çökmüş bir
imparatorluğun popüler ve magazin yanları yanında 900 sayfalık ekonomik ve
sosyal tarihini okuyorsa , o okuyucuyu onaylamak için hiç değilse iyi bir
osmanlı tarihçisi olmak gerekir. Aksi halde, takdir dahi hakaret sayılır. Bu
patavatsızlığı yapan konuşmacıya briç masasında olduğu gibi doğruları anında
gösteremezsiniz. Ve belli ki kimseye had bildirilmez, had ancak bilinir.
Patavatsızlık ve densizlik iflah olmaz bir illettir. Örneğin yeni mezun bir
orkestra şefinin Zubin MEHDA’nın yönettiği bir konserden sonra kulise gitmesi
ve “Aferin” demesi patavatsızlık değilse nedir? Herkes eleştirebilir ama
“Takdir en iyinin tekelindedir.”
Neden İnsanlar yakınlarını anlamak ve tanımak için hiç zahmete katlanmazlar.
Onların sahip oldukları değerleri bulmaya çalışmak yerine ha bire kendi
önemlerini vurgulamaya gayret ederler? Bu soruya hala bir yanıt bulabilmiş
değilim. Sürekli zamparalıklarını anlatan bir tanıdığım, yaklaşık 25 yıl önce
eski adıyla tandır restoranın önünde Renault 5 model aracından inen ve kolumda
restorana giren kız arkadaşımı gördükten sonra bana bir daha zamparalıklarından
söz etmez olmuştu.
Tahsin’in bu soruyu Hasan’a da sorayım demesine öylesine sinirlenmiştim ki
doğru dürüst okumadan geçiştirmek için cevapladım ve tabii yanlış cevap oldu.
Soruyu dahi anlayamamıştım. Aşağılamak maksadıyla isim belirtmiyorum, aklıma
ilk gelen olduğu için zikrediyorum, bana soracağı bir soruyu benden önce
Yusuf’a soruyorsa bu işte bir terslik var demektir. Bu tersliği çok ama çok
yaşadığım için çoğu kez yanlışlığın bende olduğunu düşünüyorum. Herkesin
rahatlıkla konuşabildiği bir dinleyici olarak ( bu etiketi çalıştığım
işyerlerindeki özellikle dul hanım arkadaşlarım yakıştırmıştı) fazla tevazu mu
gösteriyorum? Yoksa insanlara batıyor muyum? Anlayamadım. Tam da : Öyle ya!
Herkes yanlış olamaz, kabahat bende olmalı diyorum ki, aklıma “ milyarlarca
sinek bok seviyor diye sineklerin damak zevklerinin iyi olduğunu söyleyemeyiz”
lafı geliyor, anında vazgeçiyorum. Neyse ki vazgeçmemdeki haklılığımı, eylem ve
söylemleriyle onaylayan iki Süleyman ve bir Kemal var meydanda.
Hikmet Uluğbay’ın Petropolitik isimli kitabından bir alıntıyla yazımızı
renklendirelim. Buldan bezi dokuyan küçük bir el tezgahının ürünleri istanbula
gümrük vergisi ödemek suretiyle kabul edilirken, İngiltere, Fransa gibi
ülkelerin ürünlerinden kısıtlı gümrük vergisi alınabildiği dönemlerde hazinesi
tamtakır olan Sultan Hamid, Sadrazamını İngilterenin İstanbul Büyükelçisine
(Sir O’Conor) gönderir ve gümrük vergilerinin biraz artırılmasını talep (yoksa
rica mı? Bilemiyorum!) eder. Büyükelçi Londra ile gerekli görüşmeleri yaptıktan
sonra oldukça ağır koşullar ileri sürer ve koşulların kabulü halinde vergilerin
artabileceğini belirtir. Ancak İngilterenin arşivlerinin açılması için gerekli
zaman geçtikten sonra Büyükelçi Sir O’Conor’ın hükümetine yazdığı: “...Ayrıca,
gümrük vergileri oranları üzerindeki kısıtlamaların, pratik ve adalete uygun
olarak sonsuza kadar devam etmeyeceği açıktır. Bu kısıtlamalar eski bir anlaşma
hükümlerinden kaynaklanmaktadır ve karşılığında Türklere herhangi bir avantaj
verilmemiş bulunmaktadır. Büyük güçler, bu kısıtlamaları reddetme hakkını
Türklere tanımıyor, ancak bu tutum, dünyada herhangi bir ülkenin güçlükle kabul
edebileceği bir hükümranlık hakkı kısıtlanmasıdır” mealindeki 28 Nisan 1903
tarihli mektubunu okuduktan sonra, sıfır gümrük vergisini öngören AB ile Gümrük
Birliği Anlaşmasının imza gününü bayram ilan eden ülkemizin dimdik olmasa bile
hala ayakta olduğuna şükretmeliyiz.
Babam tam bir türkü aşığıydı. Hacı Taşan, Osman Türen, Çekiç Ali, Muharrem
Ertaş gibi çocukluğumun ünlülerinin plaklarını dinleyerek büyüdüm. 20’li
yaşlarımda klasik olan müziklere ilgi duymaya başladım. TRT Radyo’nun saat başı
haberlerinden önce yayınladığı kısa bölümler sayesinde tanıştım klasik batı ve
osmanlı müziğiyle. Tatyos Efendinin Rast peşrevini de, Haydn’ın 24 nolu
divertimentosunu da ilk kez TRT’den dinledim ve sevdim.
Zamanla osmanlı Müziğine daha çok yer veren TRT TV, baştan sona klasik batı
müziği yayınlayan TRT 3 müzik ihtiyacımı yeterince karşılıyordu. Serde gençlik
var ya, pop müzik te dinlenecek haliyle. Plak satıcısına gider, hit olmuş
parçalardan oluşan kaset yaptırırdım, tEybimde dinleyerek keyfim üzerine keyif
katardım. Ne olduysa TRT’nin yayın politikası değişti. Özel radyolar açıldı,
TRT de onlarla rekabete girişti. Arabesk, fantezi arabesk, metal, havy metal ve
daha nicelerini yayınlamaya başladı.
Power Fm’de Bon Jovi,TRT’de Bon Jovi. Olacak iş mi yani?. Blues, Jazz çok matah
olsalardı en ünlü caz piyanistlerinden biri olan Keith Jarret Goldberg
Çeşitlemelerinin en iyi CD kaydını yapan müzisyen olmazdı. Neden Santana’nın
seceresini dinleyicilerin kafalarına mıhlayan TRT, Cem Karaca’dan habersizmiş
gibi davranır. Yoksa sam Amca öyle mi emretti.
Son yıllarda tekke ve tasavvuf müziği furyası başladı. Türkiyede Türk olmayan
her şeye yer var, Türk’e yok. Türk yok, Türk müziği yok, Türk resmi yok, Türk
edebiyatı yok, Türk heykeli yok, kısaca tanımlanmasında Türk kelimesi olan hiç
bir değere yer yok.
Dede korkut masallarına göz atarken Deli Dumrul ağamla karşılaştım. Azraile ve
dolayısıyla Allaha karşı gelmenin cezasını canıyla ödemek zorunda kalınca, önce
babasından, sonra annesinden kendi yerine can vermelerini istemesini,
reddedilişini, durumu eşine açıklayınca, eşinin canını vermeye razı olmasını
tekrar okudum. Gençliğimde yerinde bulduğum özveriyi bu defa inandırıcı
bulmadım (nedeni bekar/evli farklılığım olabilir). Eşlerden birinin diğeri için
canını vermeye razı olabileceğine inanamadım. Belki “can verme riski” hikaye
edilseydi durum değişebilirdi. Yani Azrail Deli Dumrul’a : Yerine can vermeyi
kabul edecek birini bulursan durumunu gözden geçiririm demiş olsaydı, durum bir
nebze değişebilirdi. Can verme riskini üstlenen, yaptığı bu fedakarlığın
azraili yumuşatacağını umabilirdi. Çok zor ama hadi olabilir diyelim. Oysa
Siraküza kralının ölüme mahkum ettiği genç öyküsünde her şey daha bir oturur
yerli yerine.. Herkesin (farklı anlatımlı olsa da) bildiği bir hikaye olduğuna
eminim ama genç okurlar için (henüz okumamış olmaları olasılığını dikkate
alarak) Siraküza Kralına dair meseli anlatalım.
Siraküza Kralının adaletsiz ugulamalarına karşı olan genç, krala suikast
düzenler ancak amacına ulaşamadan yakalanır ve idam cezasına çarptırılır.
Zindanda idam gününü bekleyen gence kızkardeşinin evleneceği haberi gelir.
Krala haber gönderir durumu açıklar. Kız kardeşinin mutlu gününde bulunmak
istediğini belirtir; düğünden sonra geri döneceğine ve idamını bekleyeceğine
söz verir. Siraküza kralı, yerine birisini bırakması ve üç gün içinde dönmesi
koşuluyla talebini kabul edeceğini bildirir. Arkadaşı, suikastçi gencin yerine
zindana girer; kızkardeşinin düğününe giden gencin idam gününe kadar
döneceğinden kuşkusu yoktur.
Bu bölümü arkadaşı yerine zindana giren gencin ağzıyla yazalım. Eğer arkadaşın
güvene layık değilse, bu yalnızca onun kusuru değildir. Güvenin kötüye
kullanılması, kullananın yanında kullandıranın da kusurudur. İnsan yalnızca
arkadaşını ve eşini kendi seçer. Anne, baba, kardeş ve diğer akrabalar eş
seçiminin olağan sonuçlarıdır. Eş seçiminde ise cinsel uyum ve cazibe her
şeyden daha fazla ağırlıklıdır. Babanız annenizi değil de annenizin arkadaşını
tercih etmiş olsaydı belki de hırsız ya da bilim adamı bir kardeşiniz
olmayacaktı. Arkadaşlıkta her şey oldukça farklıdır. Yaşamı belirleyen ve
yöneten tüm değerlerin dışında gelişir arkadaşlıklar. Her yanınız ortak bile
olsa gönlünüz ısınmadıkça, akıl imbiğinizden her geçirişinizde arkadaşlığı
sürdürmede olağanüstü yararlar görseniz dahi arkadaş olamazsınız.
Arkadaşlık belki de akılla gönlün ortak karar verebildiği tek birlikteliktir.
Amacım iki yüzlülüğü yazmaktı, nerelere düştüm. İki yüzlülük insanın
olabileceği en mükemmel haldir Olunmaması gereken durum iki yüzlü değil, ikiyüz
yüzlülüktür. İnsan olduğu gibi görünemez, göründüğü gibi de olamaz, Mevlana’mız
biraz yanılmış, Ya Olduğun Gibi Görün, Ya Göründüğün Gibi Ol derken. İnsan iki
yüzlüdür. Birinci yüzü göründüğü yüzüdür. İkinci yüzü diğerlerinin tanımladığı/gördüğü
yüzdür. Bir başka deyişle diğer insanlar üzerinde bırakılan intibadır. Belki de
moda deyimle imaj.
Din üzerine yaptığımız söyleşilerin hemen hepsinde konuşma dönüp dolaşıp,
yahudi ajanı, yahudi oyunu, yahudi parmağında takılıp kalıyordu. Kur’anda
iseviliğe yönelik hemen hemen hiç ayet yokken yahudiler üzerine çok şey
söylenmiştir. Her din kendisinden bir önceki dinin yetersizliği dolayısıyla
ortaya çıkmış olmalıdır. Kendisinden önceki din de, daha önceki dinin değişen
dünyada, değişen ihtiyaçlara cevap veremediği için indirilmiştir. Öyleyse neden
müslümanlık hıristiyanlığı atlayıp yahudiliğe saldırmaktadır? Niçin hiç bir
müslüman bu soruyu sormaz? Kuranın yahudileri düşman bellemesinin nedenlerini
akıl imbiğinden geçirmez? Belki de imbiğe gıcık olduklarındandır. İmbikten
geçen şeyler çoğunlukla alkollü içecek olduklarından olabilir. Alkollü içecek
üretme riskini göze alabilseler, islamiyetin yayılmaya çalıştığı topraklar
üzerinde hakim din anlayışının yahudilik
ve çok tanrılık olduğunu göreceklerdir. Bu yüzdendir ki islamiyet musevelilikle
ve çok tanrı anlayışıyla çekişmiştir. Arap yarımadasıyla uğraşmayan, roma
imparatorluklarında egemen olmaya çalışan isevilikle hiç ama hiç uğraşmamıştır.
Köyde doğdum büyüdüm, yaşlanan horozları ve yumurtlamayan tavukları kesip
yerdik. Derken istanbula geldim bir vesile ile tavuk yedim. Yediğim şeyin adı
tavuktu, tavuğa benziyrdu ama tavuk değildi. Sordum. Meğer çiftlik tavuğuymuş.
Öyle köy tavukları gibi kendi kendilerine büyümezler, onları biz çabucak büyütürüz
dediler. O gün bu gündür tavuk yemiyorum , çiftlik tavuğu denilen adi yaratığı
kimsenin yemesini de istemiyorum. Çiftlik tavukları da tıpkı spor gibi sağlığa
zararlıdır. Yaşamım boyunca bir kez Koka Kola içtim. İlk yudumdan sonra devam
edemedim. Kola’yı da sağlığa zararlı içecekler arasına kattım, evime kola
almadım, Fast Food denilen yiyeceklerden her zaman uzak durdum, hamburgeri de
bir kez yedim, lanet olsun dedim. Benden 30 yıl sonra dünya hamburgeri, kola’yı
ve çiftlik tavuğunu lanetlemeye başladı. Dünyadan otuz yıl ilerde miyim? Hayır!
Tüm açıklamalar evrim kuramında.
İnsan vücudu, aklının ilerisindedir. Vücut gereksinimlerini bilir, aklı onlara
göre yönlendirir.. Akıl vücudun bir parçasıdır. Vücuda ne yapacağını
söyleyemez, onu yönlendiremez. Arasıra telkin yapabilir, vücut dinler ya da
dinlemez, onun bileceği iştir.
Evrim olur da evrilen ilk canlının dişi mi yoksa erkek mi olduğu sorusu
sorulmasa olurmu? Açıklıkla söyleyebilirim ki ilk evrilen dişidir. Evrilen dişi
henüz evrilmemiş erkek için farklı bir türdür ve sanırım yalnız insanların
erkeklerine özel olan kendi rızasıyla başka türlerle ilişkiye girebilme
yetisidir insanlığın devamını sağlayan.
Konumuz Türkiyeyi kurtarmak mıydı? Bilmiyorum! Laflıyorduk yine. Tahsin;
Türkler, Ermeniler, Kürtler isimli bir kitap gördüm, yarın karşıya geçip onu
alacağım, burada hiç kitap bulamamak ne kötü dedi. Oysa ki aradığı kitap bende
vardı. Kitaplarımın listesini ona vermiştim. Okumayı seven bir insan, “Belki
Vardır” deyip, kendisine gönderilen 1500 kitaplık bir listeyi nasıl merak
etmez?
Geçenlerde yine yakın arkadaşlar arası hırlaşmalarımız üzerine konuşuyorduk,
tabii meyhanede. Arkadaşlarımla olan ilişkilerimde tarzım: canımı sıkan olaylar
karşısında olay henüz küçükken tepki koymaktı. Böylelikle canımın sıkan şeyleri
kartopu büyüklüğündeyken karşımdakine atarsam, kartopunun çığa dönüşmesini,
çığın doğurabileceği büyük felaketi de önlerim diye düşünüyordum. Tahsin
kartopu konusunda Dost acı söyler özdeyişimize nazire yaparak, acı sözler
kullanmadan beni uyardı, itiraz ettim ve yukarıda yazdıklarımı tekrarladım, bir
romanda okumuştum, Mafya lideri parasını çalan muhasebecisinin alnına silahını
dayayarak: Seni öldüreceğim ama paramı çaldığın için değil, hırsızlığını fark
edemeyeceğimi düşünmek suretiyle zekama saygısızlık ettiğin için, bunu bilmiş
ol, dediğini anlattım. Aklımca dilini yaklaşık 100 sözcükle konuşan, yaşamında
hiç kitap okumamış olan bir arkadaşımın bana kitaplardan söz etmesinin
densizliğini ya da biriç oyunundaki yeteneğimin genel kabul görmüş olmasına
karşın, bana briç konusunda laf edilmesinin yersizliğini vurgulamaya çalıştım,
ama seçtiğim örneğe bakınız lütfen. Bir mafya liderinin sözleri. Benim mafya
ile ne benzerliğim olabilir ki? Yok eğer benzerliğim varsa kime ne söyleyebilirim
ki? Tahsin, kartopunun da acıtabileceğini üstü örtülü olarak vurguladı,
anlayamadım. Anlayamamam normaldi. Ben mafyadan anlarmışım ama haberim yokmuş
meğer. Biraz düşününce Tahsin’in haklı olduğunu fark ettim. Daha önce bu konuda
kafa yorduğumu sanmışım, meğer kendimi doğrulamakla uğraşıyormuşum. Tepkiyi
eşşekçe koyduktan sonra ne fark eder, değişen eşşekliğin boyutudur. Yıllarca
boyutu küçük eşşekliği hoş görmüşüm de haberim yokmuş. Eşşek olmak için ille de
göze batacak büyüklüğe ulaşmak gerekir sanmışım. Arkadaşlarımı kırmışım,
üzmüşüm, ve en acısı tepkimin biçiminde değil ama özünde haklı olduğum halde
tümünü fena halde bozmuşum. Pir Sultan sever olarak arkadaşlarıma O’nun Şu
ellerin taşı hiç bana değmez/İlle dostun gülü yaralar beni dizesini yineletip durmuşum.
Yaptıklarımın tümü, kendi akıl imbiğimden geçmiş ve temelini benim tasarladığım
eylemler olmalıdır ki özgür tavır sergilediğimi iddia edebileyim. Başkalarının
eylem ve söylemlerini referans alan her hareketim ve konuşmam tabiidir ki benim
değildir; yönlendirilmiş, tetiklenmiştir. Bir şeyhe mürid olup onun dediklerini
yapmakla, bir kimseye sinirlenip ona cevap yetiştirmek, tepki koymak arasında
özde bir fark yoktur. Eh! Bunu fark ettinse işin kolay, sonrası biraz hoşgörü
biraz da empatiyle halledilir diye düşünebilirsiniz. Böyle düşünüyorsanız
yanılıyorsunuzdur. Hoşgörü: Ya korkaklığın ya da yukardan bakmanın zemindeki
izdüşümüdür. Oysa çözüm, ise ve değilse sözcüklerinde saklıdır. Bir başka
deyişle “ İnsan aklını kullanıyorsa / kullanmıyorsa” da. Eğer insan aklını
kullanmayı ön planda tutabilmiş olsa, Cengiz Özakıncı müslüman bilim
adamlarının günümüz batı uygarlığına yol gösterici olduklarını, zımni olarak
islamın ve dolayısıyla dinlerin bilimle çatışmadıklarını ispat etmeye kalkışır
mıydı? Tezini islam bilginleri üzerine değil de islam coğrafyasında yaşayan
bilginler üzerine bina etseydi çalışmasının temelinde aklını kullandığı iddia
edilebilirdi. İslam bilgini olduğunu söylediği kişilerin yaşamlarını biraz
araştırmış olsaydı, hemen hepsinin tanrıtanımazlıkla suçlandığını biliyor
olacaktı. İman; doğası gereği bilimle çatışmak zorundadır. Aksi takdirde bilim,
Muhammed ile Ebubekir’in sığındığı mağaranın girişine saatlerle ölçülebilecek
bir sürede örümceğin ağ örebileceğini, saçaklarda yuva yapan türdeşlerinin
zıddına , mağara ağzının dibine yuva yapabilen bir güvercinin olabileceğini
ispatlamak zorundadır. Ya da müslüman coğrafyasında yaşayan ama olasılıkla
başları hiç secdeye varmamış olan Erdal İnönü ile Celal Şengör’ün aslında çok
iyi müslümanlar olduklarını gösterebilmelidir. Bu durumda bizim de
Özakıncı’dan, (bilimsel değerlerini haklı olarak arşa çıkardığı bilim
insanlarını) felsefeyle uğraştıkları için yerden yere vuran İmam Gazali’ye , en
azından Mehmet Emin Yurdakul’un Dante’ye yazdığına yakın bir reddiye yazarak
savunmasını beklemek hakkımızdır. Yoksa kim haklı ? Nasıl bileceğiz. Özakıncı
mı? Gazali mi?
Türkiye adı üstünde kendini Türk kabul edenlerin yaşadığı ülkelerden biridir.
Türkiyede doğup yaşayan her çocuğun İlkokullarda bellediği andımızın ilk
sözcüğü olan TÜRKÜM ‘deki amacın kanla ilgili olmayıp bir aidiyet durumunu
ifade ettiğinin ayırtında olması zorunludur. Bu andı yüksek sesle söyleyen
çocuğun, kürt,laz,çerkez, abhaz, ermeni, rum, yahudi olması bir şey
değiştirmez. Türküm dedikleri ve dediklerine inandıkları sürece Türk’türler.
İnanmadan söyleyenlerin ülkemizde yaşama hakları olmaması gerekir. Ailesi
Alanya’da ev alan ve oradaki ilkokula kaydolan bir ingiliz çocuğu da aynı
duygular içinde olmak zorundadır. Yoksa ülkemizi hemen terk etmelidir. Yüzlerce
yıl boyunca Türkiyede yaşadığı halde ben ermeni’yim, ben rum’um, ben
yahidi’yim, ben kürt’üm demeye kimsenin hakkı yoktur.
Müslümanların yahudilere olan düşmanlığını biraz daha araştırmaya karar verdim
ve Diyanet İşleri Başkanlığının Kur’an Mealinin (xxxx) baskısının indeksindeki
israiloğullarına işaret eden ayetleri not ettim. Ayetlerin türkçe
karşılıklarını tek tek yazdım. Sonra oluşturduğum ayet listesini Yaşar Nuri
Öztürk’ün hazırladığı ayetlerin geliş sırasına göre düzenlenmiş Kuran Mealini
kıstas alarak yeniden sıraladım. Sıralama sonucunda gördüğüm, tam düşündüğüm
gibiydi. İslamiyetin tutunmaya başladığı dönemlerde gelen ayetler,
İsrailoğullarının yeni bir din ve peygamber geleceği yönünde bilgiye sahip
olduklarını bildiriyordu ve ara sıra İsrailoğullarına peygamberlerinin sözleri
dışına çıktıkları için bazı cezalara muhatap kalmak zorunda kaldıklarını
söylüyordu. Bu ayetlerin hemen tamamı Mekke’de indirilmişti. Medinede inen ve
geliş sırasına göre ortalarda olan ayetlerde ise yahudilere telkin ve
önerilerde bulunuluyordu. Sonlara doğru gelen ayetlerde ise ( bir kısmı
medine’de bir kısmı sonradan ele geçirilmiş olan mekke’de inmişti) Yahudilere
nasihat veriliyor, tehdit ediliyorlar, kendilerine tepeden bakılıyor. Tıpkı
Medine Vesikasının yürürlükte kaldığı süreç gibi. Hani peygamber hicret
sonucunda medineye gitti ve orada egemen olan Yahudilerle Medine vesikasını
imzaladı, önce senin dinin sana, benim dinim bana dedi, kuvvetlenince Benim
Dinim hepinize demekten çekinmedi, işte aynen öyle. Bunda kızacak, şaşacak bir
yan yok. Yaşadığı dönemin (belki de tüm dönemlerin) en akıllı insanlarından
biri olan olan peygamber, aklın emrettiği yolun dışına hiç çıkmadı. Dere
geçerken at değiştirmedi, ayıya dayı demediyse bile ayıyla iyi geçinmenin
yolundan hiç ayrılmadı. Zayıfken haddini bildi, güçlenince haklarını. Yaşamı
boyunca karşılığı olmayan (yaşadığımız yünyada bile) tek bir konuşma yapmadı,
amaçsız bir eylemde hiç bulunmadı. Peygamberden sonra O’nun gibi yaşamak
isteyenlerin yaptıkları ile peygamberin yaşamının tek bir ortak yanı yoktur.
Örneğin Aczmendiler peygamber gibi yaşadıkları iddiasındaysalar da olsa olsa
Fransisken rahiplerin yaşamlarının islam penceresinden taklitini yaptıkları
söylenebilir.
Süleyman, zevksizliğin ancak parayla satın alınabilirliği üzerine olan tezimden
yola çıkarak o halde parasızların tümü zevkli midir? diyeceğiz! sonucuna
ulaştı. Tabii ki hayır! İnsan hem parasız hem de zevksiz ise kimse onun
“zevksizlik mertebesini” anlayamaz. Zevksizliğin ancak parayla satın
alınabilirliğini söylerken insanın kendinde olmayan bir yanını ortaya
çıkardığını söylemek istememiştim. Tam tersine amacım kendinde hep var olan ama
ancak para aracılığı ile ortaya konulabilen bir özellikten söz etmekti. Bunun
en güzel örneği hayli para verip taşıt aracının plakasına ismini
yazdıranlardır. Bu yontulmamışlığı , beğenen ve satın alabilecek güce sahip pek
çok insan vardır ama, sadece zevksizler adlarının yazılı olduğu plakalı
araçlarla dolaşabilirler. Bu, zevksizliğin ancak parayla satın alınabilir
olması değilse nedir?
Artık “Çok laf yalansız olmaz” atasözümüze örnek olsun diye dünyaya gelmiş
olduğuna inandığım Selo’ya ara sıra Allah aşkına bazen doğru bir şeyler de
söyle! ne olursun diye takılıyordum. Aslında söylediklerinde doğru şeyler de
vardı ama lafı öylesine uzatıyor ki bir cümlede anlatacağı doğruların yanına 20
cümle daha ilave edince, 21 tümcelik söyleminin hiç bir anlamı kalmıyordu. Bir
arkadaşımız yeri geldiğini düşünüp fıkra anlatmaya görsün, aynı mealde en az 3
fıkra anlatır Selo. Yine yeri geldiğini düşünüp başından geçen olayı anlatan
bir arkadaşımızın dinleyicileri arasında selo varsa yandık. Aynı konuda selo en
az 2 olay anlatmak zorundadır. Belki faydası olur düşüncesiyle, hepimiz
birbirimize yakın yaşlardayız, bildiğimiz fıkralar hemen hemen aynı,
tecrübelerimiz birbirine denk,” yukarıda anlattığım durumlarda ille de bir
fıkra anlatman ya da anlatılana benzer bir olayı, bilgiyi tekrarlaman hazirunun
pek ilgisini çekmiyor dediysem de her zamanki ipe sapa gelmez sözlerini söyler.
Selonun yaptıkları çok mu önemli? Hayır. Meğer ben “küpe küp demişim.” Eee! ne
olmuş yani tabii ki küp diyeceksin ibrik diyemezsin ya derseniz, haklınız!
ancak eminim , “Küpe küp deme, o da sana düb der” atasözümüzden haberiniz
yoktur. Düb’ün arapça anlamı “Ayı” olan Dübb kelimesinden Türkçe’ye uydurulmuş
bir sözcük olduğunu da bilmiyorsunuzdur. Ben de bilmiyordum, hem atasözünü hem
de dübb’ü. Bilseydim hiç küpe küp der miydim?
Bizansın mirasına rumların konmaya çalışmasını, bizim de bu konuda sessiz
kalmamızı da pek anlayamıyorum. Ioannes Kinnamos’u ve onun Histografyasını
mereklıları dışında bilen pek fazla değildir. Niketas, Anna Komnena ve Mikhail
Psellos da hakeza. Bizans tarihini merak eden Türk, çevresinde pek hoş
karşılanmaz sanırım. Oysa ölen bir Selçuklu Sultanının iki oğlu arasındaki taht
kavgasında oğullardan birinin diğerine karşı Bizans İmparatorlarından yardım
istediği ve aldığını bilseler ne düşünürler acaba? Aynı şekilde Macarlara ya da
Sırplara karşı Selçuklulardan yardım isteyen ( ve alan) Bizans
İmparatorlarından haberdar olsalar yine de Bizansın mirasçısının yunanlılar
olmadığının ayırdına varabilirler mi? Bizansın Büyük Saray kalıntıları üzerine
inşa edilen otelden rahatsız olmayanların (hatta bu olaydan bihaber olanların)
Türk olmaktan dolayı mutlu olmaya, ya sev ya terk et demeye hakları olabilir
mi?
Knowledge is power’mış. Hadi canım sen de! Bilgi bi bok değildir. Üstün
zekalıların ender bulunduğu ortamda üstün olmasa bile normalin biraz üstündeki
insanların ilgi alanına giren bilgi nasıl güç olabilir? Başkasının yumruğunu
yemeyen kendi yumruğunu peygamber topuzu sanır derler ya işte öyle bir şey.
Dünya başkasının yumruğunu tatmamışlarla dolu. O kendini dünyanın en güçlü
insanı sanıyor. Bilginin yüceliği üzerine edilen sözler rahibe tereza’ya
orgazmın mükemmeliyetini anlatmaya benzer. Nobel ödüllü bir yazarın kaleminden
ifade etmeye kalksanız dahi anlayamayacaktır.
Süleymanla konuşurken açık sözlü olmaktan dem vurmuştuk. Fazla açık sözlü
olmayı biraz “patavatsızlıkla” biraz da “dangalaklıkla” nitelendirmişti. İlk
bakışta doğru gibi görünse de aralarında hayli fark var. Aslında açık
sözlülükle patavatsızlık arasında kelimenin tam anlamıyla “patavatsızlık” farkı
var ama dangalaklıkla açık sözlülük arasında “para” var. Daha doğrusu para
tabanlı kabalık var.
Yaşamın tek doğru ve aynı zamanda en basit kuramı evrimle benim ne ilgim
olabilirdi ki eğer menzil şeyhine aklını kaptırmış bir arkadaşımla bu konuyu
tartışmak zorunda kalmasaydım.
Ceviz Kabuğu programına katılan yaman Örs’ün evrime dair söylediklerini
yalanlamak boynunun borcuymuşçasına hemen ertesi hafta müslüman felsefeci
Teoman Duralı’yı filozofları dinden çıkmış addeden Gazaliye nispet edercesine
iskele sancağına konuk eden Ahmet Hakan’ın çektiği sıkıntılar aklıma geldikçe evrimi
redetmek zorunda kalan inanmışların haline üzülüyorum. Teoman Duralı’nın sağlam
temelden yoksun zorlama açıklamaları ahmet hakanı renkten renge sokuyordu.
Buhara havasıyla soluk almış, medine hurmasıyla beslenmiş, allah dostlarının
faziletlerine, velilerin kerametlerine inanmış , gördüğü maarif nedeniyle
olacak VE ANCAK MUHTEŞEM SÖZCÜĞÜ İLE NİTELENDİRİLEBİLECEK ANALİTİK ZEKASINI BİR
KENARA BIRAKMIŞ ahmet hakan’ın evrim kuramının yanlışlığını yaratılış
söylencesinin doğruluğunu ispat için çağırdığı konuğunu kurtarma girişimlerine
hayranlık beslemedim değil. Tıpkı traverten kayalıklara oyulmuş isa heykelini
bombalayan talebanın yaptıklarına hak vermek üzere akıl dışı söylemlerde
bulunan konukları karşısındaki çaresizliği aklıma geldikçe ahmet hakan adına
üzülüyordum. Belli ki ortada ciddi bir vandalizm vardır, medeniyet düşmanlığı
vardır. Sanat kırıcılığı vardır. Belki de kayıt altına alınmış en ciddi sanat
kırıcılığı dönem olan ikonaklastlığın temelinde bizansın emevilerle olan
kültürel ilişkilerinin etkisi hayli fazladır. Zaten iskele sancak adını verdiği
programının sancağında değil de iskelesinde yer alan hakan “aman allahım ben bu
adamlarla aynı görüşte nasıl olabilirim” demiştir içinden. Konuklarım benim
değil Bizans İmparatoru ikonaklast Leon III’ün hemfikiri olabilirler ancak .
Ekrem Akurgal’ın anadolu medeniyetleri isimli görkemli kitabını okuduktan sonra
günümüzde adına Türk dediğimiz anadolu insanının kesinlikle “yeni bir ırk”
olduğuna ınadım. Luviler hititler..... . Üstelik dünyada eşi benzeri olmayan
bir ırk. Bu ırkın diğer Türk ırklarıyla ortak olan tek yanı Türkçedir. Yani
dildir. Hele hele Bizans imparatoru ? konyaya 40000 sırplıyı yerleştirdiği 100
yıl sonra 30000 kişilik sırp ordusu yetiştirildiği düşünülürse anadoludaki
irkın ne kadar kozmopolit olduğu ve aynı zamanda ne kadar homojen olduğu
rahatlıkla görülebilir. Evet kozmopolitti çünkü hemen her ırktan insan vardı
ama aynı zamanda başka hiç bir toplumda rastlanamayacak kadar çeşitli ırktan
oluşmuş kendine özgü homojen bir bütündü. Ne mozaiği ulan diyen Türkeş haklıydı
aslında. Türkeş farkına varamamış olsa bile dediği doğruydu. Zira anadolu
insanı oluşumunda etken olan tüm mineralleri gösteren mozaik değildi, aksine
hepsini mecz eden yeni bir mineraldi.
Natalia Gutman dinlemeden önce eskilerden şerif muhittin targan’ı günümüz
sanatçılarından Uğur Işık’ı dinlemeliyiz. Zamanının en iyi çellitslerinden
birinin konser için davet edildiği salonda sahneye çıkıp seyircilere şöyle bir
göz atmasından sonra yerinden kalkıp kulise gitmesini ve konser
organizatörlerinin şaşkınlığına karşın dinleyiciler arasında Targan varken ben
çello çalamam deyişini bilmeyen halkımızın seçtiği siyasilerimiz yüzünden
kendimizi ab kapısında köpek ederiz. Anna’yı hatırlayalım. Ne demişti kapısında
köpek olduklarımız için. Latin Köpekler. Bizanslı kronograf Psellos’u
hatırlayalım. Ne demşti kapısında dilenci olduklarımız için. Barbarlar.
Söylediklerimi Çetin Altan’ın Türk’e Türk propagandası dahilinde bir şey
sanmayın lütfen. Anadolu türkü ve sadece anadolu türkü handiyse dünyada yaşayan
tüm ırkların genlerinden öyle ya da böyle bir şeyler almıştır. Uğur ışık’ı
bilmeden ve dinlemeden Natalia Gutman hayranı olmuşsanız, Ayşe Yıldız’ı
dinlemeden Emma Kirkby’e vurulmuşsanız biliniz ki kabahat sizdedir. Sakın
yanlış anlaşılmasın. Uğur, Natalia’den Yo Yo Ma’dan; Ayşe, Emma’dan daha iyidir
demek istemiyorum. Sadece en yakınındaki değerlerin farkında olmayanların
uzaklardaki değerlere önem atfetmesinin sadece gösteriş budalalığı ile
örtüşeceğini söylemek istedim. Ve ille de bilmeliyiz ki yakınımızdaki değerleri
karalayarak, omlara gerekli ihtimamı göstermeyerek yücelmemiz olanaksızdır.
İnsan yakınlarıyla büyür/küçülür.
Hani genellikle .................
Dostoyevskinin anlatımını yürütelim ve..
Yakınınızdaki değerlerin farkında mısınız ? prens diye soralım.
Alacağımız yanıt kesinlikle “hayırdır.”
”O halde budalanın tekisiniz” diyebiliriz rahatlıkla.
Ne yaptık nasıl ettik bilemiyorum ama yurdumuzu budalalarla doldurduğumuzu
biliyorum. Kendi değerlerinin ayırdında olmayan kendine güvenemeyen
budalalarla. Ah Anna ah! Bana göründüğün gibi keşke herkese görünebilseydin.
Adına batı dediğimiz rezil toplumun insanlığı yönlendirme gayretlerini ve
ulaştığı başarılı sonuçları fark edebileceğimiz zaman ne zamandır acep?
Okurlarım arasında dünyanın en uzun ömürlü impratorluğunun rusya imparatorluğu
olduğunu kaç kişi biliyordur?
İnsan dinli ya da dinsiz olabilir. Bunun için birikimi olması grekmez.
İnanması, inanmaması yeterlidir. Kendini ateist olarak tanımlayan biri varsa bu
kavramın karşılığını verebilmesi ve seçtiği hal’e yaraşır yaşam biçimi
belirlemiş olması gerekir. Ateist olabilmenin yolu önce ya da sonra dinli, önce
ya da sonra dinsiz bir yaşam dönemi olmasını gerektiri. Dinli ve dinsiz hayatı
yaşamadan ateist olunamaz. Gerçekte dinlilerler dinsizler bir birlerine oldukça
yakındırlar. Ateistler ise her iki hal’e de aynı uzaklıktadırlar. Ateistin
zihninde GERİSİNİ TAMAMLA
Birileri çıkmalı ve müslümanlığı sakallıların tekelinden kurtarmalıdır.
AŞAĞIDAKİ BAŞLIKLARI TAMAMLA.
Bizans tarihi imparator hanedanları asker imparatorlar ve son hanedan türk.
Vakko ayakkabı çorap ve referens alablecek kimse ve olayların olmaması.
Kentsoyluluğun oluşamaması.
1517 ve anadolu travması.
Halifelikle ilgili İbrahim Temonun anıları.
Yakını görememem ve kafamın küçüldüğünü sanmam.
Müzikte kulak ve hafıza. Kani Karaca ve Anjelika Akbar.
Cekilir misin çekilebilir misiniz, emir kipi rica kipi, çekilirmisin deki siniz
eklerini bilerek yazmadım. Zira misin yerine misiniz kullanılması gerektiğini
bilen önüne “lebi” eklerinin ilave edeilmesinin de gerekli olduğunu biliyordur.
“Menzil vurgunu”
Osmanlıca ile türkçe arasındaki fark...
Yazımızı uzunca bir kompozisyon gibi kabul edelim ve sonuç bölümünü yazalım.
1-Sözcükleri anlaşılır kılan...
2-Herkes eleştiri yapabilir ancak takdir sadece ...
3-Herkes her yanlışı yapabilir bu yüzden en çok kendime güvenirim ama kendime
güvenim bile tam değil.
4-Çirkinliklerimizin sergisi para, örtüsü parasızlıktır.
5-İnsan kafasının küçüldüğü zehabına kapılıyorsa yakını göremiyordur. Bakışınız
bozulmuşsa hemen yanınızdaki dğerleri fark edemiyorsunuzdur.
6-İşhanet affedilmez. İbni hişam’a ve bizans tarihine ve sultan devirenlerin
akibetlerine bak.
7-Dostunla başbaşa kaldığında kendi bakış açısından yanlış bulduğu bazı hal ve
hareket ve tavırlarını sana söylemiyorsa dostluğundan kuşkuya düşmelisin.
Kusurda devam etmemizi isteyenler ancak dost olmayanlarımız olabilir. Dost
olmayanları ille de düşman olarak algılamak gerekmez. Onlar sadece zorunlu olarak
bir arada bulunduğumuz kimselerdir. Arkadaş olduğunuzu sandığınız ancak aslında
sadece arkadaş gibi olduklarınızdır.” Arkadaşla” “arkadaş gibi” arasındaki fark
erkekle kadın arasındaki farktan daha az değildir. Daha önce yazdıklarımdan
dolayı mutlaka anlamışsınızdır.
8-Osmanlıların kullandıkları arapça karakterler latinceye yerlerini verdiğinde
eskiyi anlamayan yeni nesil oluştuğundan şikayet edilir. Örnek olarak günümüzde
yaşayan bir iranlının sadiyi çok kolay okuyabildiği söylenir.
<<="" eğer="" fark="" gelişip=""
gerekir.="" gerektiğini="" gibi=""
günü="" her="" iddia="" kabul=""
matah="" o="" olduğu=""
organizmadır.="" oysa="" p="" söz=""
uyamamasından="" ve="" yaşayan=""
yoksa="" yıl="" çağa="" öncesiyle=""
şey="" şeyin="">
Keza sanki fatih devrinde kaleme alınmış bir metnin sanki abdülhamid dönemi
entellektüelleri tarafıdan kolaylıkla anlaşılabildiği doğruymuş
gibi. <="" yazılmış="">
9-Kadının arsızıyla erkeğin arsızı tahtarevalliye binmişler, erkek kendini ayda
bulmuş.
DÖRDÜNCÜ ROMA
Sözcüğü anlaşılır kılan,
sözlükteki karşılığı değil taşıdığı duygu yüküdür.
Bu metinde kullanılan “ˉ” simgesi üzerinde bulunduğu harfi uzun “ˆ ” simgesi
ince okutur. Örneğin: Hālâ.
Akşama eve dönünce, kitaplığımı gözden geçirmek, kaydını ihmal ettiğim yeni
kitaplarımı kayıt altına almak ve kütüphanemde genel bir temizlik yapmak
kararıyla evden çıktım. Beynimi sürekli kemiren sıkıntım dolayısıyla uzun
süredir kendimi işlerime veremiyordum. Aynı sıkıntı nedeniyledir ki sonunda işi
de bırakmıştım. Gerçi ayrılmamı gerektirecek başkaca gelişmeler de yok değildi
hani. Çalıştığım işyeri sahibinin çocukları büyümüş, eğitimlerini tamamlamış,
erkekler askerlik görevlerini yerine getirmişlerdi. Şirkette benim yaptığım işleri
üstlenmek üzere alesta bekliyorlardı. Onları daha fazla bekletmek olmazdı. Tüm
olumsuzluklar örtüşünce, hiç aklıma gelmeyen emeklilik yaşamım kendiliğinden
başladı.
Önceki yazdıklarımdan ilk iki cümle hariç diğerleri on yıl önce olmuştu.
E yuh! yani. Hiç on yıl süren iç sıkıntısı olur mu? dediğinizden eminim! Olur!
Hem de bal gibi olur. Kenan Paşa’nın tabiriyle: Tecrübeyle sabittir NETEKİM.
Sözünü ettiğim sevgili(!) patronumla çalışmaya başladığımda, bügünkü servetiyle
karşılaştırılınca hayli küçük olmasına karşın, o zaman da /gıyabında hali vakti
yerinde iş adamıdır dedirtecek kadar/ ciddi servete sahipti.
Adama bak! İlginç bir şeyler yazmış olabilir! okuyalım dedik, bize patronunu
anlatıyor, amma da iş ha! demeyin ve nobele henüz aday dahi gösterilmemiş
olduğu zamanlarda okumaya çalıştığım Orhan Pamuk’u okuyamayarak bir kenara
bırakışımı sakın taklit etmeye kalkmayın; yani kısaca kitabımı kaldırıp bir
köşeye atmayın lütfen.
Patrondan söz etmesem olmazdı. Çünkü o sadece patronum değildi, “paraydı” aynı
zamanda. Yani hepinizin peşinde koştuğu “güç’ün(!)” sahibiydi.
Bunlar girişlik, okuyunca belki de: Oh be! Tam da aklımdan geçenleri kaleme
aldı dersiniz ve umarım Orhan Pamuk ile diğer nobelli yazarlar karşısında
düştüğüm duruma siz de düşmezsiniz.
Adından da anlaşılacağı gibi emeklilik, resmi ya da özel herhangi bir
otoritenin bundan sonra emeğinize karşılık bir bedel ödenmeyeceğine karar
vermesidir. Emekliliğime ben karar verdim diyenler de olacaktır ama muhtemelen
emeklilik kararını vermek zorunda bırakılmışlardır.
Emeklinin geleceğe dair planlarının çoğunlukla plan olmaktan öteye gidebilme
olasılıkları pek yoktur. Zira planda aksayan yanlar olursa, değiştirebilecek
zamanları kalmamıştır; yetkileri yok düzeyine indirgenmiştir emeklilerin. O
artık bugünde dünü, yarında ertesi günü yaşamaya başlayandır. Emekli,
geçmişteki yanlışlarını sıfıra, doğrularını sonsuza yaklaştırandır ki,
emekliliğin sanırım tek değil ama kesinlikle en güzel yanı da budur.
Eee! Sıktın artık. Biraz daha abuk subuk laflar etmeye devam edersen, senin
kitabını da kütüphanemdeki okunamayan kitaplar köşesine, yani çoğunluğu Orhan
Pamuk ve nobelli yazarların kitaplarından oluşmuş köşeye yerleştireceğim
haberin olsun deme noktasına geldiyseniz eğer, yerden göğe haklısınız. Haklı olmasına
haklısınız ama, lütfen emin olunuz! Yazmaya başlayamamak benim suçum değil. Ne
zaman yazmaya kalksam, benden binlerce yıl önce yaşamış yazarların yazdıkları
yanında benim yazacaklarım dandik kalır endişesiyle yazmaktan imtina ediyorum.
Hele hele sondan bir önceki yazma gayretimi hatırladıkça fena halde
ürperiyorum. Kemikleri bile çoktan toprak olmuş ozanlar-yazarlar sanki
parmaklarımın tuşlara dokunmasını bekliyorlar, tuşlara dokunmaya göreyim,
sırayla karşıma dikiliveriyorlar.
En iyisi aklıma geldikçe fena halde ürperdiğim yazma deneyimimi anlatayım;
eminim bana hak vereceksiniz. Neredeyse herkesin en az üç yüzlü olduğu
toplumumuz üzerine bir iki laf etmekle başlasam, insanlarımıza maskelerini
çıkarmayı öğütlemek amacıyla birikimlerimi aktarsam belki devamı gelir,
okuyanlar arasında faydalananlar da olabilir demiştim ki, Mevlana seslendi ve
“A benim salak evladım! Mesnevim’den haberin yok mu? Ya olduğun gibi görün, ya
göründüğün gibi ol” dediğimi duymadın mı? diyerek azarladı beni; “hani sen
kimsin de insanlara akıl vermeye kalkışıyorsun, ben o işi yedi yüz yıl önce
yaptım, sözlerimi ezberleyenler oldu ama henüz uygulayan olmadı; bilmiyor
musun?” dercesine.
Bari basit konular üzerine bir şeyler karalayayım der demez Salah Birsel
çıkıverdi karşıma. Basit konular benim ilgi alanım. Sıradan konulara dair
öylesine yazılar yazdım ki okuyucu yazılarımı adeta sayfaları yutarak okudu
dedi. İşin kötüsü söyledikleri tamamen doğruydu.
Bu sıralar çok moda; dinlerle ve tanrılarla ilgili bir şeyler yazayım dememe kalmadan
Lukianos isimli birisi geldi; Samsatlı imiş. Yani bizim Adıyamanlı. Biliyorum
senin kitaplığında “Seçme Yazılarım” var, daha ne diyeyim sana dedi ve kulağımı
çekti gitti. 2000 yıl önce yazdıklarından hiç ders almadığımı sanmış ve çok
kızmış olmalı ki neredeyse kulağımı koparacaktı.
Ciddi konuları gülmece ayağına yatıp yazayım dedim, Gargantua’ya söylerim
kıçına iki tekme atar diyerek resmen tehdit etti beni Rebelais.
Aldatma ve aldanma üzerine yazmak belki daha kolaydır dedim, Decipimur specie
recti yani Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun çevirisiyle 'ekser zaman görünüşe
aldanırız' dedi Horatius.
Horatius’u duyunca elim ayağıma dolaştı ama delikanlılığa bok sürmemek gerek,
kuyruğu dik tutmalıyım güdüsüyle “madem bu konuya Horatius el atmış en iyisi vazgeçeyim,”
kendimi yazayım bari; kendimi yazarsam karışanım görüşenim olmaz! dedim.
Parmaklarımı klavyemin tuşları üzerinde “aman kimse duymasın tedirginliğiyle”
dolaştırmaya başladım. A aa! Kimseden ses seda yok. Oh be! Müdahaleler nihayet
bitti derken, İsmet Zeki Eyüpoğlu seslenmesin mi? Decipimur specie recti’nin
Türkçe karşılığı 'ekser zaman görünüşe aldanırız olmaz', 'ekser zaman iyi görünüşe
aldanırız' olmalı demesin mi? İyi sözcüğünü koyu renkle yazmak benim
değil Eyüpoğlu’nun fikriydi. Decipimur specie recti’nin iyi’lisiyle iyi’sizi
arasında kocaman bir fark varmış, onu belirtmek iştemiş. İşte bu yoğun
saldırılar ve ağır eleştiriler karşısında dayanacak gücüm kalmamıştı, en iyisi
denizcilik deyimiyle “orsa alabanda” etmekti. Öyle yaptım ve yazmaya ara
verdim.
Orsa alabanda etmesine ettim ama “alabanda kalmak” kolay mı? İçimde esmekte
olan rüzgar, merkezinde Horatius, basınç alanlarının birinde Karaosmanoğlu
diğerinde Eyüboğlu olan 100 knot’lık bir fırtına. Hem de Decipimur specie
recti’nin iyilisiyle iyisizi arasındakı farkı fark edemezsem eğer, asla
dinmeyecek olan bir fırtına. Açmaza düştüğüm durumlarda kendi çözümüm peşine
koşmadam önce benimle aynı kaygıyı paylaşanlar olmuş mu? diye bakarım. Varsa
bulabildiğim yayınları okurum. Yoksa bu konuda bilgi sahibi olabileceklere
müracaat eder fikirlerini sorarım. Yine öyle yaptım. Öncelikle Müzehhar Erim’in
Latin Edebiyatı isimli kitabına göz attım. Sorumun yanıtını bulamadıysam da
latince’de “c” harflerinin her zaman “k” okunacağını “s” ya da “c” okunamayacağını,
böylelikle Horatius’un özdeyişinin “dekipimur spekie rekti” olarak telafuz
edilmesi gerektiğini gördüm. Üstelik yanında bonus(!) olarak Roma’nın Büyük
İmparatorunun adının Sezar olarak telafuz edilmemesi gerektiği öğrendim.
Fazladan edindiğim bu bilgiyi de doğrulatmalıydım. Tüm ders kitaplarımızda,
Caesar üzerine yapılmış filmlerin dublajlarında Caesar adı hep Sezar olarak
telafuz edilmekteydi. Herkes yanılıyor olamaz. Zira bazı güvenilirliği düşük
kaynaklarda “c” harfinden sonra “i” ya da “e” ünlüsü geliyorse “s” olarak
telafuz edileceğine dair bilgiler vardı. Nereden aklıma geldi hatırlayamıyorum
ama en doğrusunu bilse bilse papazlar bilir deyip St.Antuan kilisesine elmek
gönderdim. Caesar’ı değil de decipimur specie recti’nin sesletimini sordum.
Dekipimur spekie rekti olarak telafuz edilir dediler. Yani “c” harfi “k”
okunur. Sn.Antuan rahipleri böyle dediler demesine de içim bir türlü rahat
etmedi. Hem sesletimini yüzde yüz güvenilir bir otoriteye doğrulatmalıydım hem
de özdeyişin iyilisiyle iyisizi arasındaki farkı bulmalıydım? Yani kim haklı?
Karaosmanoğlu mu Eyüboğlu mu? Alışkanlıkla önce bir bilene danışmalıyım dedim.
“Bir Bilen” tamlaması ekranımda göründüğü anda telefonum çaldı. Ahizeyi
kulağıma götürmemle ben Güniz sokaktan arıyorum: “Benzin vaadı da biz mi
içtik”, “Dün dündür bugün bugündür”, “Ege göl değildir denizdir deniz” diyen
Demirel’in sesini duydum. “Ne denizi!” “ne benzini!” be kardeşim yanlış numara
çevirdiniz sanırım deyip telefonu kapattım. Demirel Decipimur specie recti’nin
sesletimini nerden bilecek, bilse bilse Avrupanın en eski üniversitesi olduğu,
taa Teodosius devrine uzandığı iddia edilen koca İstanbul Üniversitesi var,
onlara sorarım deyip Üniversitenin Latin Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanı
Hanım’a bir elmek gönderdim ve decipimur specie recti’nin hem söylenişinin
nasıl olması gerektiğini hem de iyilisiyle iyisizi arasındaki farkın ne
olabileceğini sordum. Hani entel görünmeye kalksam ve yeri geldiğini düşündüğüm
bir anda Horatius’un bu özdeyişini Türkçe söylemeye yeltensem, nasıl
söylemeliyim ki Horatius’un kemikleri sızlamasın? Neyi kast etmişti Horatius?
Çoğu zaman görünüşe aldanırızı mı? yoksa çoğu zaman iyi görünüşe aldanırızı mı?
Belki de görünüşe aldanırız derken görünüşe aldanırız ama iyi görünüş bizi
aldatır mı demek istemiştir. Yani ortada salt aldanma değil bir de aldatılma
vardır demek miydi amacı. Ne yazık ki soruma yanıt alamadım. Yüzde yüz olmasa
bile yakın bir oranda “Yurdumuzun bunca sorunları varken manyağın derdine bak!”
demiştir Latin Dili ve Edebiyatı bölümü başkanı. Yani St.Antuan Kilisesi
rahibinin gösterdiği ilgiyi ve inceliği sakınmıştır benden. Bizim aydınlarımızı
hiç bir zaman anlayamamışımdır zaten. Galiba onlar uzmanlık alanları hariç her
konuda bilgi sahibidirler; bir şey sormadan önce onları iyi tanımalıyız.
Örneğin sismologa deprem, arkeologa Hitit, onkologa kanser, gazeteciye haber
hakkında sorular sormamalıyız. İsterseniz “hadi canım sen de!” Olur mu öyle şey
deyip deneyin de “ebenizin örekesini” görün. BURAYA EKLEME YAP. Oysa “görece ve
salt bilgiler ansiklopedisinin üçüncü cildi” hakkında ne düşünüyorsunuz diye
soracak olursanız size yığınla bilgi vereceklerdir. Edmond Wells’i, Bernard
Werber’i bilmeseler dahi (ansiklopedi sözcüğünü duymuşlar ya!) ansiklopedi
konusunda sizi yeterince aydınlatırlar. Tıpkı canavar gazetecimiz Marcel
Vaugirard’ın “insan bilmediği konularda iyi konuşur” özdeyişinde olduğu gibi.
Hani sohbetlerinizde olur ya, bir ismi unutursunuz ve bir türlü
hatırlayamazsınız; dilimin ucunda biraz sonra aklıma gelir dersiniz... işte
öyle diye tariflenebilecek bir haldeyim. Horatius’un aklından geçen ama henüz
beynimin algılama bölümüne ulaşamamış bilgiye sahip gibiyim derken Cemil Meriç
yetişti imdadıma. Mealen ne diyordu Meriç: Tanrı Musa’ya asasını Kızıldenize
vurmasını söyledi. Musa buyruğa uydu. Asanın dokunduğu Kızıldeniz yarıldı, kum
açığa çıktı. İsrailoğulları önlerinde Musa'yla birlikte karşı kıyıya ulaşmak
üzere kumların üzerinde yürümeye başladılar. Arkalarından gelen Firavun ile
askerleri de hiç tereddüt etmeden Kızıldeniz'in açılan kumlarına daldılar. Ve
hepimizin bildiği hikaye; firavun ve askerleri boğuldular. İyi de tanrı
isteseydi Musa ve dindaşlarını suyun üstünden yürütemez miydi? Yürütürdü!
Yürütürdü ama o zaman bu mucizeyi gören firavun onların peşinden gitmeye
kalkmazdı. Firavun Musa'nın kumlar üzerinde yürüdüğünü görünce biz de
yürüyebiliriz demiş, asıl mucizeyi yani denizin ikiye bölünmesindeki hikmeti
görememiştir. Yani kumdaki “iyi görünüşe aldanmıştır.” Yoksa aldatılmış mıdır
demeliyim? Hani demeye dilim varmıyor ama galiba tanrımız firavuna hafif yollu
bir kazık atmış.
Çoğumuzun bildiği bu kıssada iyi görünüş, normal görünüş ya da akıl dışı
olmayan görünüş, Musa'nın yürüdüğü zeminin kumsal olmasıdır. İyi görünüşü
normal, akla uygun sıfatlarıyla betimlediğimizde, zorunlu olarak iyi veya kötü
gibi sıfatlardan arındırılmış görünüşü normal dışı, anormal, akla aykırı
vasıflarıyla nitelendirmemiz gerekir ki doğrusu da budur. Yani Meriç’in
hepimizin hiç kuşku duymadan katılacağımız anlatımıyla İsrailoğulları'nın deniz
üstünde yürümesi anormaldir yani görünüştür; kumda yürümesi normaldir ya da iyi
görünüştür.
Yani tanrı iyi görünüş sunmak suretiyle firavunu ve askerlerini aldatmış
diyebilir miyiz? Belki deriz belki diyemeyiz. Diyenlerin zaten tanrıyla
sorunları vardır. Diyemeyenler ise madem ki o tanrıdır “ hikmetinden sual
olunmaz” deyip geçiştireceklerdir. Zaten onlar ya akıllarını kullanmazlar ya da
inançlarını doğrulayacak şekilde kullanırlar.
Eve erken gelebildiğim akşamlar kaçırmadan izlediğim yorum farkı isimli
programın bu geceki bölümü yeni bitmişti. Programın adının yorum farkı değil
“yorumcu farkı” olması gerektiğini söyler dururdum. Barlas’ın bilgeliği,
süzülmüşlüğü, derin çözümlemeleri yerinde vargılarına karşın, Kongar’ın
sığlığı, popüler kültür düzeyinin ötesine geçememiş izlenimi veren
entelektüelliği, kıstas aldığı doğrulara ilintisiz çıkarımları, yaratıcılıktan
yoksun yanıtları, ikili arasında orantısız güç kullanımına örnek verilebilecek
ortamın doğmasına neden oluyordu. Her ne kadar Barlas’ın mukayese edilemez
artılarına karşın Kongar 34, Barlas 7 kitap yazmış olsa da , Herrigel ve
Platon, ikili arasındaki yazma farkının nedeninii anlayabilmemi sağlıyordu. Zen
Budizminde yay ile Ok Atma Sanatı adlı kitabının ön sözünde, Platon’un yedinci
mektubundan aldığı tümcelerle ne diyordu Eugene Herrigel? “Kendisi ve
başkası için sözcük düşüncenin azıdır. Düşünce tecrübenin azıdır. Sözcük
süzülmüş olandır. Onda tortulanan şey en iyi yanından mahrumdur. Bu nedenle
bilgin olanlar yazmamalıdır.” Eminim okuyucularım da anlamışlardır. Neymiş?
Bilgin olan yazmayacakmış. Bilgin olmayan ise aklına gelen hemen her konuda
yazabilirmiş. Yazmak bilgin olmayanlara has olduğuna göre geçmişte yaşamış
büyüklerimizin attıkları fırçalara aldırmadan yazmaya başlasam iyi olur diye
düşünmekten kendimi alamadım. Çekinmem için neden kalmamıştı. Ben bilgin
değildim. Yazmamda hiç bir sakınca yoktu.
Parmaklarım klavye üzerinde dolaşmaya başlayacaktı ki nereden çıktı bilmiyorum,
şeytanım geldi ve Kongar’a haksızlık ettiğimi söyledi. Kafam karıştı. Şeytan
bu! İnsanlara daima yanlışı öğütler diye bildiğimiz ortak şeytanımız. Ne demek
istedi acaba deyip yazmaya yine ara verdim ve değişiklik olsun, asla
dinlemememiz öğütlenen şu şeytanın amacı ne? Bir kez dinlemekle feleğimi
şaşırmam nasılsa deyip kulak kesildim.
Şeytanla Kongar’ın ne ilgisi olabilir? Şeytan niçin Kongar’ı savunmaya kalkar
derken yanıtın kutsal kitabımızda olabileceğini düşündüm. Kitaplığımdaki
Elmalılı Hamdi Yazır tefsirini ve kuran meallerini karıştırdım. Meğer Allah biz
insanları yaratmaya karar verdiğinde bu fikrini önce meleklerine açmış. Onların
muhalefetine rağmen, bizi yaratmış sonra da meleklerin bilmediği bilgilerle
donatmış. Arkasından hem melekleri hem de bizi, “bizim bildiğimiz ama
meleklerin bilmediği sorularla” sorgulamış. İnsanlar doğru cevapları vermişler;
melekler ise “sen bunları bize öğretmedin” nereden bilelim diyerek serzenişinde
bulunmuşlar. Meleklerin doğru yanıtlar verememesi üzerine Tanrı; gördünüz mü?
onlar sizden çok daha fazla şey biliyorlar demiş; arkasından meleklerden insana
secde etmelerini istemiş. Aslında melek hem de baş meleklerden biri olan Şeytan
tam bu sırada ortaya çıkmış ve haksız bulduğu duruma isyan etmiş. “Ben
insanlara secde etmem demiş.” Demesine demiş ama karşılığında Allahın lanetine
uğramış. BURAYA GAZALİ EKLE
Edindiğim bu kısa ve öz bilgi ışığından anladım ki ortada egemen güce boyun
eğen, yat denildiğinde yatan, tüm bilgisini ve birikimini güçlünün
haklılığını(!) ispatlamaya gayret eden Barlas’a karşın, isyan eden Kongar var.
Ne yalan söyleyeyim, Kongar’a hak verdim, onun tavrını doğru buldum. Haksızlık
öylesine incitici, öylesine insanlık dışı öylesine aşağılık bir kavramdır ki
karşı konulması, önce insan, sonra aydın olmanın olmazsa olmaz koşullarının ilk
sırasında yer alır. Ya da İnsan “isyan”dır.
Zorunlu olarak ara verdiğim yazma kararımın akabinde, halledilmesi gereken ufak
bir sorun olduğunun farkına vardım. Okuyucu profili tanımı yapmalıydım. Feleğin
çemberinden geçmiş kırk yıllık okurların kitabımla ilgilenmelerine gönlüm razı
olmazdı. Onlar zaten en okkalı kitapları okumuşlardır, sanırım, sadece ağır ve
kompleks yeni metinlere taş çatlasın şööyle bir göz atabilirler ancak.
Böylesine oldukça basit ve konuşurmuşçasına yazılanlar onlar için fasa fisodur.
Yazdıklarımın kolay anlaşılabilir olması onların gözünde benim adıma eksi
puandır. Bu yüzden okurlarım zorunlu olarak gençler olmalıdır ki onlar
duygularını saklamayı bilmeyenlerdir. Örneğin “ilk müslümanlar Mekkenin
züğürtleri değil de zenginleri olsaydı faiz haram kılınmayabilirdi” dediğimde
hiç çekinmeden “yok devenin nalı” diyebilecekler yalnız onlardır. Hoppala
zeybek, alakaya çay demle, sen kafayı yemişsin, ebenin örekesi v.b. deyimleri
sular seller gibi bilmelidirler ve yerinde olmasına aldırmaksızın rahatlıkla kullanabilmelidirler.
Nihayet sadede gelebildim. Hiç sulanmayın ve sadedimin adresini sormaya
kalkışmayın. Cevap vermeyeceğim. Sadedimle baş başa kalmaya kararlıyım.
Her şeye karşın eğer meyhane akşamlarımızın son türküsü, Nesimi’nin Ben melamet
hırkasını kendim giydim eğnime/ Ar-u namus şişesini taşa çaldım kime ne? şiiri
üzerine bestelenmiş türkü olmasaydı; mükemmel kulağa ve davudi sese sahip Nuri
Abi bu türküyü eksiksiz biliyor olsaydı, yukarıda anlattığım sebepler
dolayısıyla yazarlığa kalkışmayabilirdim.
Çok sonraları “Haydar” olarak tanınan türkümüzün eksiksiz metnini bulabilmek
gayretiyle Alevi-Bektaşi şiirlerini içeren kitapları karıştırmaya başladım.
Amacıma ulaşabilmem hayli zor oldu. Deyimin tam anlamıyla “göbeğim çatladı.”
Göbeğim çatladı diyorum çünkü bulduğum tüm metinlerde iki mısra eksikti daima.
Nedense Sofiler secde ederler mescidin mihrabına/Benim dost eşiğidir
secdegāhım kime ne? mısraları sansür edilmişti. Bu yüzden tam metni bulmak
uğruna neredeyse Alevi ve Bektaşi şiirlerinin tümünü gözden geçirmek zorunda
kaldım.
Sonunda buldum! Buldum ama bu arada istemeden de olsa Kaygusuz Abdal’ın Erliği
ile anılır filan oğlu filan deyü /Anan yoktur baban yoktur sen benzersin piçe
tanrı beytini de okudum. Bu dizedeki piçe sözcüğünün dört harfi yerine
dört nokta kullanılıyordu. Kaygusuz Abdal aleviydi. Bin yıl önce yazılmış
şiirin bin yıl sonra sansür edilmesi hayli tuhafıma gitti.
Üstü örtülü olarak “Manyak herif! Sana ne Nesimi’den, Kaygusuz’dan, önce iyi
bir dünya vatandaşı ol, nasıl ödeyeceğini düşünmeden bol bol harca,
faturalarını zamanında öde, kredi taksitlerini aksatma, kredi Kartı ödemelerini
geciktirme, çocuklarını özel okulda okut” diyen yeni dünya düzenine ayak
uydurmam gerektiğini biliyorum ama merakıma ve aklıma egemen olamıyorum. Aklım
Nesimi’ye ve Kaygusuz’a uygulanan sansüre takılyor; merakım nedenlerini bulmaya
çalışıyor. Bu arada para kazanmaya yeterince zaman ayıramadığım için
faturalarımı geciktirmek zorunda kalıyorum. Sam amca kusuruma bakmaz umarım.
Türkümüzün eksiksiz metnini bulmak gibi oldukça sıradan bir amaçla çıktığım
yolculuğumda, bırakınız oksijen tüpünü, şnorkel dahi almadan daldığım
Alevi-Bektaşi deryasının derinliği ve zenginliği beni kendimden geçirdi.
Beşiktaştaki bir parka neden Pir Sultan’ın değil de Süleyman Seba’nın heykeli
konuluyor, bu işte bir terslik var diye düşünürken, aniden tersliğin ayırdına
vardım. Alevi deryasında Seba’nın, Beşiktaş’ın ne işi var, nereden çıktı bunlar
derken birden ayıldım. Gözlerimi açtığımda “merak etme her şey geçti” dediler.
Arkasından, hastanenin ‘basınç odasında’ olduğumu söylediler. Sonraki
açıklamalarından anladım ki daldığım ancak sığ sandığım Alevi Bektaşi
deryasında boğulmaktan kurtulmuşum ama vurgun yemekten kurtulamamışım. Kendime
iyice geldikten sonra Alevi-Bektaşi deryasında yaşadıklarım zihnimde canlanmaya
başladı. Ya Alevi-Bektaşi şairleri olmasaydı Halk müziğimizin hali nice olurdu?
AÇIKLA NEDEN?
Zaten namaz kılmaz, oruç tutmaz, haçça gitmez alevilerin müslümanlıkla pek
ilgilerinin olmadığından kuşkulanır dururdum. Badeyi yasaklayan emevi islamı
ile Sen münkirsin sana haramdır bāde bekle ki içersin öbür dünyada/
Bahs açma Harami bundan ziyade çünkü bilmez haram ile helali diyen
ozanın islam anlayışları aynı olabilir miydi?Kirişnamurti
Olamazdı ve hiç bir zaman olmadı da. Yine Harami’ye müracaat edelim ve onun
dizeleriyle: Ey zahid şeraba eyle ihtiram, müslüman ol bırak bu
kıl-u kali/Ehline helaldir na ehle haram, biz içeriz bize yoktur vebali diyelim;
bu türkümüzü seslendiren Erkan Oğur’un “müslüman ol bırak bu kıl-u kāli” yerine
“insan ol dünyada bu dünya fani” demeyi tercih etmesinin nedenlerini
sorgulayalım. Aslında sorgulama konusunda emin değilim. Belki de sorgulamamız
gerekmez bile. Zira, ne yazık ki Türkiye’nin Başbakanı olmuş zır cahil Tansu
Çiller’in kendisine yakışır bir yanlışlıkla “ayan bayan” dediği gibi her şey
“ayan beyan” ortada. Tabii ki korkudan. Tek bu durum dahi dinin ne kadar
hoşgörüden uzak olduğunu anlatmaya yeter. Biliyorum şimdi birileri çıkacak “
cumhuriyet döneminde yok ama Osmanlı İmparatorluğunda gayrı müslimlere karşı
hoşgörü vardı” diyecekler. Kısmen doğru olan bu ifadede yanlış olan kısım;
hoşgörünün islamdan kaynaklandığının sanılmasıdır. Oysa dinlere, dillere,
etnisiteye özgürlük tanınması imparatorluk gereğidir. Aksi takdirde
imparatorluk değil devlet olunur. Bu yüzdendir ki tüm görkemine ve oldukça
geniş topraklara sahip olmasına karşın Bizans, imparatorluk olamamıştır. Çünkü
İsa hem tanrı hem peygamber olamaz, o sadece peygamberdir diyen Ariusçuları
dışlamışlardır. Arkasından İsa’nın çarmıha gerildiğinde insan yanının çektiği
acıları tanrı yanının da çektiğini söyleyenler ile tanrı yanının acı çekmesi
olanaksızdır diyenler arasında çıkan çekişmeler neticesinde yığınla insan
egemen görüş karşısında olmadık eziyetlere muhatap kılınmışlardır. Acı meselesi
iyi kötü halledildikten sonra bu defa ikona davası ortaya çıkmıştır. Yaklaşık
yüz elli yıl süren bu karışıklık inanılmaz boyutlarda kargaşaya yol açmıştır.
Devam yaz.
Her şeyi bilmeyi isteyenler beni çok iyi anlayacaklardır. İçinize kuşku kurdu
girerse; Dante’nin İlahi Komedyada dediği: Ey kurt, kendi kendine
kudur/ Kendi kendini ye bitir’i olmuyor, kurt kendini değil sizi yiyor .
Alevilik yanında Bektaşilik üzerine bulabildiğim tüm kitapları okudum. Kuşkumu
giderdim. Haklıymışım! Aleviliğin müslümanlıkla hiç bir ilgisi yokmuş.
Rahatladım. Eğer bu yazdıklarımı okuyanlar okursa, içlerinden Tübitak Bilim
teknik Dergisinin şubat 2000 sayısının okuyucu köşesine mektup yazıp; Ben
herşeyi bilmek istiyorum, bunun bir yolu var mıdır? diye soran Akçaabat Anadolu
Lisesi 2.sınıf öğrencisi, ya da Ahmed Arif okurken To be or not to be
değil/Cogito ergo sum hiç değil dizeleriyle karşılaştığında,
Allah Allah! to be ile başlayanı biliyorum, olmak ya da olmamak demek, peki
ama, Cogito ergo sum ne demek deyip, hemen bir Latince Türkçe sözlük alan
birisi varsa niçin rahatladığımı çok iyi anlayacaktır.
Patronlarımı para kazanmanın yöntemleri konusunda (hemen hepsi öylesine haksız
ve insafsız olmalarına karşın) asla eleştirmem. Onlar patron benim çalışan
olmamdan bellidir ki kazanmayı benden çok daha iyi biliyorlar. Hani
girişlikteki patronum vardı ya, onunla ilgili bir kaç söz söylemem gerekiyor.
Sevgili patronum sıfırdan başlayarak oldukça yüklü bir servete ulaştı. Kazanmak
için başvurduğu yöntemler ne olursa olsun, bunların içinde en önemlisi çok
çalışmaktı. O Ahmed Arifl’le hiç ilgilenmediği gibi Cogito ergo sum’u da
duymamıştır bile. Descartes isimli bir filozoftan, onun metod üzerine
konuşmalar isimli kitabından haberi dahi yoktur. Filozof ne demektir ne iş
yapar sorusunu sormak hiç gelmemiştir aklına ve asla gelmeyecektir. Zaten onun
yaklaşık yüz sözcükten oluşan kelime hazinesinin doksansekizi para üzerinedir,
kalan ikisi Allah ve Peygambere dairdir. İşte bu patronum benim Cogito Ergo
Sum’uma saygı gösterir, ben de onun çalışmasına ve kazanmasına saygı duyarım.
Saygı duymamam mümkün mü? Düşünsenize; yaşamını para kazanmak üzerine adamış,
sonunda çok varsıl olmuş biri, varsıllardan beklenmeyecek bir şekilde bilgi
birikimine, incelmişliğe karşı olumsuz tavır sergilemiyor. Madem para bende,
ben her şeyi bilirim havalarına girmiyor. Aramızda 17 yıl kadar yaş farkı olan
patronum, yaşam sürecinde tek amacının para kazanmak olduğunu biliyor, benim
amacımın da Akçaabat Lisesi 2.sınıf öğrencisi gibi bilgi edinmek olduğunu fark
etmiş, Çetin Altan’ın deyimiyle var olmakla varlıklı olmak arasındaki farkı
görmüş. Yaşı da epeyce ilerlemiş. Artık bu saatten sonra var olmayı
beceremeyeceğini anlamış. Varlıklı olmayı ve varlığını artırmayı aynı hızla
sürdürüyor. Olabildiğince var olanlar karşısında saygılı davranıyor. Sabancı
gibi yapmıyor. Eline mikrofon tutuşturduklarında ana dilini yaklaşık yüz kelime
ile konuşabildiğini unutup her konuda ahkâm kesmeye kalkmıyor ve ahkâm keserken
sözcük hazinesinin yetersizliği nedeniyle olmalı, tek bir kelimenin tekrarından
oluşan cümleler kurmak zorunda kalmıyor. Son olarak, sevgili patronum parasıyla
zevksizlik satın almıyor, ancak paranın ortaya çıkarabileceği vıcık vıcık
görgüsüzlük ve sonradan görmelik akan tavırlar sergilemiyor. Her ne kadar
sevgili patronum bir keresinde “Bende 50 mimar 40 mühendis 10 muhasebeci aklı
var” demişse de, kendisine bu kadar hata kadı kızında da olur misali, 350 yıl
önce yaşamış La bruyére’nin Kasasında çok tapu ve para biriktiren kişi
kendisini dünyanın en akıllı insanı olarak görür lafını hatırlatmadım.
Hatırlatmam biraz da salaklık olurdu. Ya kızar ve beni işten atarsa ne
yapardım.
Umarım dikkatinizi çekmiştir, yukarıda bir yerlerde “patronum parasıyla
zevksizlik satın almıyor” dedim. Bana hak verenler olabileceği gibi hadi canım
sen de! Parayla zevksizlik mi satın alınırmış? Zevk ancak parayla alınabilir
diyenler de olacaktır.. Haklısınız bizlere hep böyle söylendi. Para yoksa
kalite yoktur, kaliteli yaşam ise hiç yoktur dendi. Sabancı bile Para Başarının
Mükafatıdır isimli kitap yazdı. Oysa paranın asli, akli ve ideal görevi
“istememe özgürlüğünü” sağlamasıdır. Aksi halde “Forbes’in” zenginlerini
sıralamaya yardımcı olmaktan öte bir işe yaramaz.
Önceliği Forbes’in zenginleri sıralama görevini üstlenen yani zevksizlik satın
alan paraya verelim. İstememe özgürlüğünü sonraya bırakalım.
Paranın nasıl sevksizlik ve görgüsüzlük satın aldığını anlatmadan evvel;
anlatacaklarımın anlaşılabilirliğini kuvvetlendirir ümidiyle Tanşuğ Bleda’nın
Maskeli Balo isimli kitabından alıntı yapalım.Gece Sabancı’nın Atlı Köşk’te
verdiği resepsiyona davetliydik. Önce müze evi gezdik. El yazması Kuranların
önünden geçerken ilgisini görünce Sabancı birini camekandan çıkarıp eline
verdi. Ancak Paye (OECD genel sekreteri) açık olan sayfaya henüz dokunmuştu ki,
kağıt toz haline geliverdi. Kıpkırmızı olmuş ve nadide bir sanat eserinin
zedelenmesine neden olmaktan suçluluk hissine kapılmıştı. Binbir özür dilerken
Sabancı “Önemli değil” deyip ufalanan kağıtları üfleyerek kitabı yerine koyunca
bir an için Paye’le göz göze geldik
Yapı Kredi Yayınlarının olduğu Levent’teki plazada güvenlik görevlisi olarak
çalışan birinden duymuştum.. Zaten demişti güvenlik görevlisi, Nejat Eczacı Bey
hep söylerdi. Türkiyede, varlıklılar sanattan anlamazlar, anlayanlarınsa
paraları yoktur. Güvenlik görevlisi bana şunu söylemek istemişti: Yapı kredi
Bankası Münir Nurettin Bey’in seslendirdiği 4 CD’lik muhteşem bir çalışma
hazırladı ama tamamını bankanın mevduatı en fazla olan mudilerine dağıttı. Sen
burada boşuna aranıyorsun. Mudiler Münir Nurettin Beyin CD’lerini alırlar ama
fantezi arabesk dinlerler. Onlar, para kazanmaya zaman ayırmaktan Münir
Nurettin Beyin şarkılarını dinlemenin zevkine varamamışlardır. Dom dom
kurşununu dinlemek daha kolaylarına gelir.
Zevksizlik ancak parayla satın alınabilir olmasaydı, Doğan Gurubu tarafından
düzenlenen DYH Meeting 2007’ye katılan, dünyanın önde gelen basın devlerinin
binlerce dolarlık giysili üst düzey temsilcilerinin önündeki sehpaların
üzerinde, küçük plastik su şişeleri yerine, hadi çeşm-i bülbülden vazgeçtim,
narin yapılı birer cam sürahi ve cam bardaklar olmaz mıydı? Mahmuzlu kovboy
çizmeleri, kocaman tokalı kemerleri ve geniş kenarlı şapkaları ile bilinen
Teksas kültürünü matah bir şey sanan Amerikalı’ya; Dünyada Vandallar adı ile
anılan ilk ve tek kavmin yaşadığı kuzey avrupayı temsil eden Danimarka basını
temsilcisine cam sürahi ile plastik şişe arasındaki farkı anlayamadıklarından
dolayı söyleyecek fazla söz bulamıyorum da ya bizimkilere ne demeli! Taa
Luvilerden başlayan Anadolu medeniyetlerinin birikimini DNA’larında taşıyan
Ertuğrul Özkök ile Nuri Çolakoğlu’nu nasıl hoş karşılayacağız. Ya da hoş
görmemiz gerekir mi? Gerekmez! Zira onlar “istememe özgürlüğünü” bilmezler ama
eminim her yıl yayımlanan “Forbes Listesini” sıkı takip ederler.
Zevksizliğin “ancak parayla satın alınabileceğine” dair tespitimizi; bilahare
devam etmek üzere bir kenara koyalım ve istememe özgürlüğünden söz edelim.
Merak edenler olabilir. İstememe özgürlüğünden ne anladığımı izah etmeye
çalışayım:Yetmişli yıllardı... Sokaklar, lastik çizme üstüne kürk manto giyen
kadınlarla doluydu. Gördükçe sinirlenirdim. Neymiş efendim? Moda! Gri
pantalonumun altına güç bela bulabildiğim bordo renkli ayakkabılarıma uyacak
bordo çorap bulacağım diye yırtınırken, müteahhit hemşerimin, bulunduğum
mağazaya gelip, renkleriyle ilgilenmeksizin avuçlayabildiği kadar çorabı alıp,
kasaya yönelmesine de çok şaşırırdım.
Günümüzde daha beterleriyle karşılaşıyorum ama artık şaşırmıyorum! Birisi takım
elbise altına spor ayakkabı mı giymiş? Yeni eğilim bu. Dünyanın en zengin
insanı öyle giyiniyor.
Parası bol adam balık lokantasına gidiyor. Baş köşeye oturtuyorlar. Lüfer
ızgarayla konyak içmeye kalkıyor. Lüferle “rakı” iyi gider; diyemezsiniz!.
“Hanzostan’ın en zengini böyle yapıyor da ondan”, der ve konyak içer.
İstanbul boğazında yalısı var. Karısına Hummer almış.
“İyi de; Hummer Boğaz’ın eski dar sokaklarına sığmaz” .......
Sığmasın!
“Yalıya hummer değil tekne yakışır! Kıro işte! ......
Kıro mıro ama, para onda...
Herhangi bir tavırları dolayısıyla “kıro” olarak tanımlanmaktan “rahatsız
olacak” insanlar, niçin Para’nın belirleyici rol üstlendiği kıroluğa, aldırmaz
görünüyorlar?
Sahiplerini, böylesine pervasız ve pertavsız konuşturabilen, patavatsız kılan
“para”nın gücü nedir?
Para nedir? Ne yapar?
Rahmetlik Sabancı: “Başarının Mükafatıdır” derdi.
Çetin Altan’a göre “Var olmanın değil ama varlıklı olmanın aracıdır”.
Sizi dünyanın en nüktedanı yapar.
En yakışıklısı oluverirsiniz... Değil mi ki? “Erkeğin güzelliği: Parasıdır”.
Berbat giyinseniz bile rüküşlüğünüzün farkına asla varamazsınız. Etrafınız;
giyiminiz üzerine methiye düzenlerle doludur.
İstediğiniz zevksizliği satın alır; görgü kurallarını iplemezsiniz.
Sözünüze güvenilir.
Sözünüzde durmasanız dahi, birileri neden sözünüzü tutmadığınızı, yığınla haklı
gerekçe ileri sürerek izah ederler.
Horatius, yüzbin Sesterce’si olmayanın, insan yerine konulmamasını biraz
ayıplamış olsa da, kanımca pek haklı değildir(!)
İşin en güzel yanı, bir süre sonra herkesten daha zeki, daha yakışıklı, daha
nüktedan, en güzel giyinen; kısaca herşeyin en iyisini bilen, en iyisini yapan
olduğunuza, kendiniz de inanırsınız.
Haksız da sayılmazsınız!
Para kazanmaktan vakit çalıp, La Bruyére’yi okumaya fırsat bulamamışsınızdır.
Biliyorsunuz önceki sayfalarda da öz etmiştim La Bruyere’den: “Kasasında en çok
tapu ve para biriktiren, kendini dünyanın en akıllı insanı olarak görür”
dediğini ve haklılığınızı(!) 400 yıl önceden teslim ettiğini hatırlayalım.
Ama yine de, yeniden sorayım...
Para nedir?
Bana göre ne olduğunu yukarıda yazdım ancak, bazılarına göre “İstememe
özgürlüğü” sağlayan araçtır.
Çoğunluğun “Yapmakla-yapmamak” arasında tercih hakları yoktur. Yapabilecekleri
sınırlıdır. Zorunlu olarak onu seçerler.
Kısaca; “istememe özgürlükleri” yoktur.
İstememe Özgürlüğü: Satın alabilme olanağınız varken, kendi rızanızla
vazgeçmenizdir.
Vazgeçilenin büyüklüğü, hem paranızın boyutunu, hem de paraya egemen olduğunuzu
gösterir.
Reddettiğiniz her büyüklük, “incelme yoluna” koyduğunuz, çok iyi işlenmiş bir
“Doğal Taş’tır”.
Vazgeçilen bir sanat eseri ise “reddedilenin büyüklüğü” kuramı tersine işler.
Guernica’ya sahip olma olanağınız varken vazgeçerseniz, istememe özgürlüğünden
değil, dangalaklıktan söz edilebilir.
Sanattan uzak yaşam; yaşanmasa da olur.
Hani alevilikle ilgili kuşkularımı giderince rahatlamıştım ya, rahatlığımı
arkadaşlarımla bölüşeyim dedim. Yetişkinlerin hepsi Üniversite bitrmiş
bireylerden oluşan ailecek sohbetlerimizin birinde sazı aldım: Geçenlerde
Tahsin’in elinde alevilikle ilgili Erdoğan Çınar’ın yazdığı kitabı gördüm ve
dedim ki: “Alevilerin müslüman olmadığını söylüyorsa” doğru bir kitaptır;
okumaya değer; söylemiyorsa hiç okuma!
Aleviliğin, Türklerin orta asyadaki inanç sistemiyle Bizans kültüründe asimile
olmuş kadim anadolu halkının inanç sisteminin harman edilmesi sonucu doğduğunu
ve sadece Anadoluya has olduğunu anlatmaya başladım. Hazır bulunanların
hepsinden kat kat zengin ve şaşılacak bir şekilde bilgi edinmeye de
diğerlerinden daha fazla meraklı olan arkadaşım: İslam kaynaklarında,
tefsirlerde, kuran meallerinde aleviliğin islamın bir mezhebi, alevilerin
müslüman olduğu açıkça yazılıdır diye karşı çıkınca bende şafak attı. Belli ki
sen hiç meal ya da tefsir okumamışsın. Zira islam dininde mezhepler, Kuranın
indirilmesi ve tamamlanmasından hayli zaman sonra ortaya çıkmışlardır. Bu
nedenle hiç bir tefsirde, mealde mezheplerden söz edilmez, edilemez dedim.
Demesine dedim ama halt(!) ettiğimi de sonradan fark ettim. Zira unuttuğum bir
şey vardı. Arkadaşım varsıldı. Varsıllığı nedeniyledir ki zaten doğal olarak
her şeyi bilirdi. Arkadaşıma haksızlık etmeyeyim. Her Türk herşeyin en
doğrusunu bilir ama konuşabilmesi için bulunduğu ortamın varsıllık ortalaması
kendi ortalamasından düşük, ya da en kötü olasılıkla kendisine eş düzeyde
olmalıdır. Şafağımın atmasının nedeni: arkadaşımı “bilgi birikimi yüksek” ender
varsıllardan biri olarak görmemden ve diğer varsıllara benzemeyen tavırlar
sergilemesini beklememden kaynaklanıyordu.
Para sahibinin dediğinin ve yaptığının doğru olmadığını söylemek salaklığını(!)
nasıl yaptım bir türlü anlayamıyorum. Üstelik yıllar önce Exupery’nin Küçük
Prens’i: Konuşmak anlaşmazlıkların kaynağıdır demek suretiyle beni uyarmıştı.
İnsanlık hali işte, bazen dilimize sahip olamıyoruz. Dilime ve dahi düşünceme
sahip olabilsem, Beylerbeyi Polis Karakolunun adının Sabancı Polis Merkezi
olmasının biraz tuhaf kaçtığını ne aklıma getirir, ne de sağda solda söylerdim.
Yanılıyor olabilirim ancak Sabancı Beylerbeyine bir karakol yapıp hediye edecek
kadar zengin olmasaydı, görgüden biraz sapmış bu tavrı sergileyemeyecekti
sanki. Sabancı’nın da günahı yok galiba, belki de ona bu abuklukları para
yaptırmıştır.
Her bilgiyi herkese sunmamalısınız. Nasıl ki Ferrari satın alabilmek için
nicelik yetmez minimum niteliğe de sahip olmak gerekir.
Aleviliğin tefsirlerde yer aldığını söyleyen paralı arkadaşım vardı ya! birkaç
akşam sonra beni yemeğe davet etti. Yemekte, son zamanlarda oldukça
hırçınlaştığımı söyledi. Derdimin ne olduğunu sordu. Beni sağaltmakta kararlı
gibi duruyordu. Engin parasıyla, pardon; bilgisiyle tavırlarımın nasıl olması
gerektiği hususunda beni aydınlattı(!) Arkadaşımın beni aydınlatma
gayretlerinden öylesine etkilendim ki taa onbin yıl öncesine gittim, Çandarlı körfezinin
kenarında bir kayanın üzerine oturmuş Ege denizinde taş sektiren küçük bir Luvi
çocuğuymuşum hissine kapıldım. Arkadaşımın: Şunu da açık açık söyleyeyim: Hiç
kimsenin arkadaşlığına ihtiyacım yok demesiyle, sektirmeğe hazırlandığım son
taşım denize düştü. Son taşım, denize düşerken nasıl bir ses çıkarması
gerektiğini bana sorsaydı, sessizce düşmesini söylerdim. Taş bu ya işte; ne
beklersin! sen git densizliğin alasını yap, suya değer değmez “gulg” diye bir
ses çıkar, gürültüden uyanıp kendime gelmeme neden ol. Okuyucum ise arkadaşımın
sözlerinden dolayı irkildiğimden için kendime geldiğimi sansın ve arkadaşım
hakkında yanlış kanıya varsın iyi mi! Arkadaşımın, kimsenin arkadaşlığına
ihtiyacım yok demesinde hiç bir kompleks(!) olmadığını hepimiz biliyoruz.
Dikkatsiz taş ne olacak!
Dikkatsiz ve düşüncesiz taşım denize düştü gitti. Onu dipte bırakıp arkadaşıma
şunu söylemek isterdim: Ey benim arkadaşlığıma muhtaç olmayan arkadaşım.
Seninle yaklaşık 15 yıldır görüşüyoruz. Çeşitli konularda laflarken sık sık,
her söylediğine karşıt olmakla suçlardın beni. Doğru şeyler söyleyin de itiraz
etmeyeyim derdim. Ayrıca ve ancak hiç dikkat etmezdin ki karşı çıkmadığım
konuşmaların da vardı. Örneğin iş yaşamına dair konuştuğumuzda çoğunlukla
onaylayarak seni dinlerdim. Çünkü iş konusunda benden çok ama çok fazla
başarılıydın ve Sabancının deyimiyle mükafatı yani parayı kazandın. Sana bu
konuda söyleyeceğim olabilemezdi, dinleyebilirdim sadece ve her daim öyle
yapmışımdır. Ama bilgi edinmeye yönelik açlığım sende yok. Picasso ile ilgili
bir anekdot anlattığımda, dadizmle kübizmi karıştırdığından olacak, Picasso’nun
dadist olduğunu söyledin, ona bile ses çıkarmadım. Herkes bildiğinden emin
olduğu konularda konuşmalı. Sen para kazanmanın yollarını anlat. Picasso, dadizm,
kübizm, alevilik v.b. başkalarına kalsın. Para kazanma konusunda nasıl ben
senin konuşmalarını dikkatle dinliyorsam sen de benim ilgi/bilgi alanıma giren
konularda aynı özeni göstermelisin. 40 yaşından sonra okumaya başlamak iyidir
ama bir yere varılamaz. En fazla Dilipak olunur; yani bir konuda laf açılmışken
o konuda kimlerin neler söylediği papağan gibi tekrarlanır durulur ama
konuşmacının ne dediği belli değildir.
İnsan hangi ruh haliyle “Hiç kimsenin arkadaşlığına ihtiyacım yok” diyebilir?
Rahatlıkla arabaya, eve, paraya ihtiyacım var diyebilen insanlar nasıl olur da
arkadaşa ihtiyacım yok diyebilir. Oysa, arkadaş kavramı ihtiyaç skalasının ilk
basamağında yer alır. Üstelik arkadaşlık ihtiyaç üzerine bina edilmez. Hiç
arkadaşım yok, bir kaç arkadaş edineyim güdüsüyle yola çıkan insan sanırım hiç
yoktur. “Arkadaşa ihtiyacım yok” sözün sarf edilebileceği ortam kaygısız
konuşmaların yapılabileceği bir ortam, zorunlu olarak bir araya gelmiş
insanların havadan sudan konuştukları zemin olmalıdır. Arkadaşa ihtiyaç
duyulmayan bir yaşam olabilir mi?
Olabilir. İnsan eğer “ben’ini” öne çıkarmaya başlamışsa her şeyi söyleyebilir.
Onun artık bakışları bozulmuştur ya da bozulmaya başlamıştır. O artık Ben’inden
başka herkesi küçük görme moduna girmiştir. Doğal olarak yaş dolayısıyla yakın
görememe sorunu yaşamaya elan başlamamış olan genç okurlar ile yakın görme
bozukluğu oluşmuş ama görme bozukluğunun henüz farkına varamamış erken orta
yaşlılar için anlatmaya çalışayım. 40’lı yaşlarımdaydım. Bir sabah traş olurken
baktığım aynada kafamın küçüldüğünü gördüm. İnsanın her yanı ufalabilir belki
ama kafası ufalmaz sanırım. Ufalmanın nedenini bulabilmem için okuma güçlüğü
çekmeye başlamam gerekiyormuş. Harfleri üst üste basmaları mümkün olamaz bu
basım evlerinin deyip, göz doktoruna gidince her şey anlaşıldı. Meğer yakın
göremez olmuştum. Yakın görememek, yakındakini dediğim gibi küçük görmekle
başlar ve bu görme kusurudur. Gözdeki görme kusuru gözlükle ya da basit bir
operasyonla düzeltilebilir ama asıl önemli olan beynimizde oluşan görme
kusurudur. Beynimizdeki görme kusuru yakındakileri uzak, uzaktakileri büyük
gösterir.
Çarli restoranda konuşmalarımızın hararetlendiği bir gün, “ama demişti Ahmet
İncil değiştirilmiştir ancak Kuran Allah tarafından korunmuştur, Kuranda 6666
ayet vardır ve bu sayı hiç değişmemiştir!”. Nazım’ın deyimiyle “bu sözler
duyulur da durmak olur mu?” Tamam! Durmayasına durmayalım da 12 sözcükten
oluşan ve tümü yanlış bu tümcenin düzeltilmesine önce neresinden başlayalım?
Kur’anda 6666 ayetin hiç bir zaman var olmadığından mı? İncil’in
değiştirildiğinin söylenebilmesi için karşılaştırılabilecek değişmemiş bir
orjinal incil olması gerektiğinden mi? Aynı Allahın Kur’an’ı koruma altına
alıp, İncil’i bir kenara atmış olmasına inanmaktaki akıl dışılıktan mı? İncil,
İsa’nın eylem ve söylemleridir diyen bir din anlayışında, değil dört, yüzdört
incilin bile olabileceğinden mi?. Bu yüzden incili, ille de benzetmek
gerekiyorsa belki islamiyetin hadis kitaplarına ve sünnetlerine
benzetilebileceğinden mi?. İncillerin birbirlerinden farklı olmalarından daha
doğal bir şey olamayacağından mı? DEVAM YAZ. 325 İZNİK KONSİLİNİ VE DİĞER
EKÜMENİK TOPLANTILARI YAZ. İNCİLLERDEN ÖRNEK VER
Her Türk her şeyi bilir(!) ve onun için her konuşma aynı zamanda küçük bir
“muharebedir”. Muharebeler kaybedilebilir ama savaşı kazanmak gerekir güdüsüyle
her daim farklı cepheler açar. “Bok altında kalır laf altında kalmaz” deyişini
sanki matah bir şeymişcesine haklı çıkaracak yeni girişimlerde bulunur.
Gerekirse konuyu değiştirir. Ne kadar anlatırsan anlat, o sadece kendi
bildiklerinin doğruluğunu savunur. Çok sıkışırsa “sen ne söylersen söyle,
anlattıkların benim anlayabilmemle sınırlıdır” der; bu halin ulu orta
söylenmemesi gereken, aslında utunılacak bir durum olduğunu dahi düşünemeden,
sonu çıkmaza giden yeni bir yola girer. “Denizi testiye dökersen ne alır?/ Bir
günün kısmetini” diyen Mevlana'ya nazire yaparcasına kabahati testiye değil de
denize yükler. Çok değil de çok çok sıkışırsa, sizi dinsizlikle suçlar. Ona
göre “dinli” olmak insanlığın olmazsa olmaz koşuludur. DİN’in zorunluymuşçasına
tanımlanmasına dair ilave yap.
Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Yusuf abi yukarıda göründü. Yalpalaya
yalpalaya bize doğru yürüyordu. Belli ki kafası kıyak. Ahmet yanımızdan
sesleniyor: Ulaaaa Yusuf!. Gelmeeee, gelmeee . Hasan burada. Seni de dinden
çıkaracak.
Konuştuğumuz kişi söylediklerimizi anlayan biriyse konuşmanın tadına doyum
olmaz. Konuşmak cinsellikten daha önemlidir. Zira cinsel açlığını kendi kendine
giderebilirsin ancak kendi kendine konuşamazsın. Yanlış oldu, konuşursun da
görenler hakkında iyi şeyler düşünmezler. Arada iyi düşünenler olursa onlar da
en iyi ihtimalle sizin tımarhaneye tıkılmanıza yardımcı olurlar. Bu arada Küçük
Prens’i tekrar hatırlayalım. Her ne kadar Konuşmak anlaşmazlıkların kaynağıdır
demişse de, kasttettiği farklı düşünen iki insan ya da insanla hayvan
arasındaki konuşmalardır.
İncil değiştirilmiştir Kur’an değiştirilmemiştir diyen Ahmet’le yaptığımız bir
başka konuşmamızda; neden dünyadaki tüm inanmış erkeklerin müslümanlığı
seçmediğini, tüm kadınların ise müslümanlığı terk etmediklerini hep merak
ederim demiştim. Ama dedi Ahmet: Dün gece televizyonda Bayraktar Bayraklı
Hoca’yı dinledim. İslamiyetin kadınlara pek çok haklar getirdiğini, bunlardan
en önemli iki tanesinin ise, kız çocukların diri diri kuma gömülme geleneğini
ortadan kaldırdığını ve erkeklerin 10 kadınla evlenebilme haklarının dört
kadınla sınırlandırdığını öğrendim.
Ahmete sordum: Hiç düşündün mü? Bir toplum kız çocukları öldürüyorsa toplumda
erkek sayısı çok, kadın sayısı az olmaz mı? O toplumda on kadınla evlenmek
isteyen erkek, on kadını nereden bulacak? Bu işte bir terslik yok mu? Bir hayli
düşündükten sonra galiba haklısın dedi. Ahmete söylediklerim bunlar ve
benzerleriydi ancak gazetelerimizde köşe kapmış yazarlarımızın, badem bıyıklı
TV yorumcularımızın çoğu kısa zamanda ünlü olmaları, yazdıklarının ses
getirmeleri sonucu olacak, bilgi birikimlerindeki eksilliğe aldırmadan
diledikleri alanlarda at koşturmaya pek meraklı olduklarını hatırlayınca,
Ahmetten fazla şey beklediğim kanısına vardım. Her biri birer Ahmet idi. Hatta
Ahmet bile değillerdi. Zira Ahmet hiç değilse haddini biliyor. Bir daha
Ahmet’in yanlışlarına vurgu yapmaya kalkmadım. Lütfen düşününüz. Üniversite
sınavlarında en az puan alınarak girilen yerler genellikle iletişim
fakülteleridir, buna karşın dünyayı çözümlemeye soyunmuş olanların neredeyse
tamamı bu okullardan mezun olmuş gazetecilerdir. Hani biraz daha fazla puan
almış olabilseler, belki bir şirkette ekonomist, bir bankada memur, bir okulda
öğretmen, ödenmemiş çekleri tahsil etmek üzere icra dairelerinde koşuşturan bir
avukat olacakken üniversite sınavlarında aldıkları düşük puanların
yönlendirmesiyle zorunlu olarak gazeteci olmuşlardır.
İşte bu mecburi gazetecilerin yazıları ve söyleşileri öylesine sığ ki,
kendilerini derya sanıp balıklama dalanlar kesinlikle tepe üstü deniz tabanına
çakılma sonucu hayatlarını kaybederler.
Gazetelerin köşe yazarları da nerden çıktı demeyin. Bir yerden çıkmadılar, hep
vardılar. Çetin Altan gibi hakkında iyi söz söylesem dahi “hadi oradan sen
kimsin de beni takdir ediyorsun” deme hakkına sahip duayenler bir tarafa,
kalanlar arasında ayakları yere basan, sağlam mantığa sahip çok beğendiğim
Kürşat Bumin, SP lideri ile seçim öncesi dinci kanalların birinde katıldığı
programda, türban özgürlüğü hakkında neler düşünüyorsunuz diye sorunca , derin
sandığım deryaya balıklama atlayıp kafa üstü çakılan ben oldum. Düşünsenize,
türban özgürlüğü diyor!. Hem türban! hem özgürlük! Kafa üstü çakıldıktan sonra
hala bunları yazabildiğime göre vartayı atlattığımı anlıyorsunuzdur. Ölmedim,
çünkü dinci kanalımızın yetkilileri beni hemen kanal sahibinin F tipi
hastanelerinden birine kaldırdılar. CIA’nın Azraili tehdit etmesi sayesinde
hayata döndüm(!).
Talimatın kimden geldiği önemli değildir. İster kul sahibi Allahtan, İster köle
sahibi Adem'den gelsin. Talimat talimattır. Mutlaka uyulacaktır. Bu işte
özgürlük mözgürlük yoktur. Kulların ve kölelerin dilediklerini giyebilme
özgürlüğü olabilir mi? Ayrıca Kur’an, kadınlara ziynetlerinin yani “cinsel
objelerinin” örtünmesini emretmiştir; saçlarını değil. Ziynetlerin örtünmesine
gelince; mesele ziynetin ne olduğunu tanımlamakla çözülür. Sokakta göğüs
dekoltesinin sergilediği yer ziynettir ama normal bir plajda tanganın açıkta
bıraktığı alanları kimse ziynet olarak algılamaz. Günümüzde saç ziynettir diyen
ve saç görünce bir tarafları harekete geçen erkek varsa sorunun çözümü saçları
örtmekte değil, o erkeği tımarhaneye kilitlemektedir.
Ey türban savunucuları! Siz bu işi Allahtan iyi mi biliyorsunuz ki örtünmek
özgürlüğünden söz edebiliyorsunuz. Allah, yarattığı kullarını iyi tanıyor.
Kullarından dişi olanların doğalarında ziynetlerini sergileme eğilimi olduğunu
biliyor, onların örtünmesini istiyor. Peki siz neye dayanarak “örtünme
zorunluluğunun” adına “örtünme özgürlüğü” diyebiliyorsunuz.
Zemherinin ayazında mini etek giyen dişi kullar vardır amma! Eminim şık
görünmek arzusuyla kısa pantalon giyen erkek kullarla karşılaşan hiç
olmamıştır.. Örtünmek kadın doğasına aykırı iken örtünmenin özgürlüğünden nasıl
söz edilebilir? Ve en önemlisi, kadın doğasına aykırı bir davranış biçiminin
insan haklarına aykırı olmadığı zımni olarak da olsa nasıl savunulabilir! Güzel
görünme dahil olmak üzere insanlar bazı doğal davranışlarına ket vurabilirler
ama, bu durum özgürlük sözcüğü ile ifade edilmez. Olsa olsa feragat denebilir.
Yani bir müslüman kadın: Güdülerim gereği sergilemekte olduğum ziynetlerimi
bundan sonra sergilemeyeceğim diyerek rızasıyla örtünmeyi seçebilir. Razı
olmak, rıza göstermek eylemlerinde asla özgürlük yoktur. Bir korku karşısında
boyun eğiş, bir güce teslimiyet vardır.
Zevksizlik ancak çok parayla satın alınabilir mealindeki görüşüme katılıp
katılmadığınızı bilemiyorum; fikrimi doğrulayan bir olayla yakın zamanda tekrar
karşılaştım. Bir tanıdığımın oğlu nikah davetiyesini verdi. Davetiyenin
boyutlarına belki inanmayacaksınız; 40x10x0.4 cm idi. Sevdiğine kavuşma
gayretindeki delikanlımızın parası az olsaydı, böylesine pahalı bir çirkinliği
satın alamayacaktı. Belki de Seçil ve Mehmet gibi yapacak, eskiden hemen her
büro masasında yer alan, küçük bir plastik tablaya takılı iki eliptik metal
parçası üzerinde hareket eden takvim yapraklarında, nikah günlerini gösteren
yaprağı koparacak, el yazısı ile üzerine davetiye metnini yazacak, fotokopiyle
çoğaltarak davet edeceği kimselere dağıtacaktı. Ve böylelikle hani Nobel
Davetiye ödülü dağıtılıyor olsaydı kesinlikle ödülü kazanmış olacaktı.
(Söylemeden de edemeyeceğim bu Mehmet’in bence müthiş buluşuna Seçil ne dedi
hiç haberim yok.)
Üyesi olmamız halinde bizi bu tür görgüsüzlüklerden arındırırlar beklentisiyle
genel olarak karşı olduğum AB’ye ara sıra evet demek geliyor içimden.
Düşünsenize! Paramızla “bok kanalı” pardon kokoreç yememize bazı sınırlamalar
getireceklerini söylüyorlar. Olur ya! 40 cm uzunluğunda davetiye basılmasını da
engellerler belki.
Sonra birden Anna’nın “sen nasıl AB yandaşı olursun” diyen sesini duyuyor ve
utanıyorum. Mor odada doğan Anna Komnena 900 yüzyıl öncesinden sesleniyor,
bizleri adam etmelerini umuduğum insanların latin köpekler olduğunu, onların
bana verebilecekleri insanlık dersi olamayacağını hatırlatıyor, ne Araptan ne
Acemden, ne Latin’den ne de melez ABD’den alabileceğin şeyler vardır diyor.
Anna’nın Arabı, Acemi, Latini bilmesini anladım ama ABD’yi de bilebilmesine
anlam veremedim. Kendisinden 700 yıl sonra ortaya çıkan ulusu nasıl bilebilir.
Galiba dedim Anna’nın bana seslendiği falan yok, anlaşılan zamanlar arasında
kaybolmuşum. Belki de halusinasyon görüyorum. Anna tekrar sesleniyor, ben diyor
yaşayan bir ölüyüm. Senin canlı benim ölü olduğum üçüncü milleniumdaki dünyayı
okuyamamana şaşırıyorum! beni sen anlayamazsan kim anlayabilir diyor?
Öylesine bön bön baktığımdan olacak bir şey anlamadığımı hissetmiş ki
kulaklarını iyice aç ve beni dinle; ama öncelikle anlamana yardımcı olacağını
düşündüğüm bazı bilgileri belli ki iletmem gerekiyor dedi ve açıklamaya
başladı. Bilinenin aksine Roma imparatorluğu, Bizans imparatorluğu, Osmanlı
imparatorluğu adları verilerek yapılan betimlemelerin tümü hatalıdır. Aslında
ve gerçekte İmperium Romanum I, İmperium Romanum II, İmperium Romanum III,
İmperium Romanum IV var olmuştur. İngiliz imparatorluğu, Cengiz imparatorluğu
gibi bazı adlandırmalar varsa da onların emperyal özellikleri olan ama orbis
romanum hüviyetini taşımayan, geniş arazilere sahip büyük devlet olmaktan öte
vasıfları yoktur. Anlatmaya devam etti. Anna haklı. AB kim oluyor? Ben
Anadoluyum. Arabamın arkasına AB’ye hayır ABD’ye de! tabelasını koymakla çok
doğru yapmışım. Anna uyarmasaydı bunları düşünemezdim bile. Sadece 200 kişiyle
tüm güney amerikayı kılıçtan geçiren barbar Cortez’in Latin olduğu,
torunlarının bugün bize AB adı altında medeniyet satmaya çalıştıkları nereden
aklıma gelebilirdi ki? Keza Bizans tarihçileri de barbarlardan söz ederken
daima batıda yaşayan uluslara işaret etmemişler miydi?
Çoğunluğunu Selçuklu’dan bir kısmını Bizans’tan devir aldıkları Anadolu
halklarını tam 600 yıl koyun misali “anadolu ağılına” kapatan Osmanlıyı, namı
diğer üçüncü Roma’yı istemeden olsa da yaptığı bu hatasından dolayı
affedemiyorum. Osmanlı ne Bizansın mirasçısı olmayı hakkıyla becerebildi ne de
Anadolu medeniyetlerinin kıymetini bilebildi. Avusturya Macaristan İmparatoruna
“sen de kim oluyorsun, dünyada tek imparator var o da benim “ mealinde bir
mektup gönderen Kanuni Sultan Süleyman , “müslim, gayrımüslim Osmanlıların
Acemlerle evlenmesi yasaktır” kanunnamesini yayımlayan Mehmed Reşad
örneklerinde olduğu gibi tek tük yerinde çıkışlar yeterli olamamıştır anadolu
halkının bilinçlenmesine. O yüzden bu halk bugün AB’nin eline bakmaktadır.
Anna haklı. Zorunlu olarak AB karşıtı olmalıyım.
Ürettikleri araçların arkasına, bu araç otomobil değil ama secaat arz ederken
sirkatin söyleyen merd-i kıpti’ye nazire yaparcasına (sen) OTOSAN yaftasını
perçinleyen bir büyük holdingimiz AB yanlısı iken ben nasıl AB’ye hayır demem.
Anna hala yaşıyor galiba. Uykumun geldiğini sezmiş olmalı. Aman ha! Belki
unutursun İbni Fadlan’ı ve nasıl oruç tuttuğunu da mutlaka yaz dedi. Arkasından
ben biliyorum ama okuyucun da bilmeli demeyi ihmal etmedi. Sanki bilgisayarın
karşısına oturmadan önce Mustafa ile konuştuğumu biliyordu. Zira Mustafa’ya
İbni Fadlan’dan söz etmiştim.
Mustafa; Biz Arabistandaki gibi bir müslümanlık istemiyoruz demişti, menzil
gurubuna yakınlık duyuyordu ancak farkında değildi ki, menzil gurubu ve diğer
tüm şeyhler, şıhlar anadolu müslümanlığı yerine arap müslümanlığı getirmeye
çalışıyorlar. Sen karşı olduğunu söylediğin arap müslümanlığının Türkiyeye
yerleşmesine alet oluyorsun dedim. Hayır asla! dedi. Peki: seninle yaklaşık 20
yıllık arkadaşız. Sizin evinize misafir olarak gelsem bu adam namahrem diyerek
eşin, annen, ablan, kızkardeşin benden kaçar mı diye sordum. Kaçmaz dedi. O
zaman sana Arap gezgin İbni Fadlan diğeri Maxim Rodinson’dan alınma iki olay
anlatayım, ne tarafta olduğuna kendin karar ver dedim.
Önceliği Fadlan'a verelim. Kadınları erkeklerinden ve diğer erkeklerden hiç
kaçmazlar, keza kadın hiçbir insandan kaçarak bir yerini örtmez. Bir gün
birinin evine misafir olarak inmiştik, hep beraber oturuyorduk, erkeğin karısı
da bizimle beraberdi. Kadın konuşurken fercini açtı ve kaşıdı; biz de kadına
bakıyorduk; onun bu hareketi üzerine, yüzümüzü kapadık ve estağfirullah dedik.
Bunun üzerin kadının kocası güldü ve tercümana : “ Onlara de ki, sizin
huzurunuzda biz onu açarız siz de onu görür onu korursunuz ve bir kötülük
yapamazsınız. Bu şekil onu örtmekten daha iyidir” dedi.
Maxim Rodinson: Olay büyük bir kargaşalığa yol açtı. Araplar hakkında Carlo
Levi’nin Lucania köylüleri için söylediklerini aynen tekrarlayalım. “ Aşk ya da
seksüel istek köylülerin gözünde o kadar güçlü bir tabiat kuvveti ve itilme
olarak kabul edilir ki, hiçbir iradenin bu itilmeye karşı duramayacağına
inanılır. Eğer bir erkekle bir kadın beraberseler, gözlerden ırak ve başbaşa
kalmışlarsa, sevişmelerine hiç bir şey engel olamaz. Ne ölçüde kararlı ve iffet
düşkünü olursa olsunlar mutlaka birleşirler ve eğer birleşmemiş bile olsalar,
birleşmiş kabul edilirler. Burada sözü edilen olay Hz.Aişe-Safvan
dedikodusudur.
Kafası karıştı Mustafanın, Bir kadının biryerlerini uluorta kaşımasını doğru
bulmadı ama bir erkekle aynı mekanda kalmış olmasından “mutlaka yatmışlardır”
sonucunun çıkarılmasını da hiç benimsemedi. Benimsememekte haklısın dedim.
Anadolu müslümanı kadın, herkesin arasındayken fercini kaşımaz ancak
erkeklerden de kaçmaz!
Artık anadolu islamı ile Arap islamı arasındaki farkın ayırdına varmıştır;
namahrem kavramının doğuş nedenini anlamıştır diye düşünürken “ama bu
anlattıklarının namahremle ne ilgisi var” var sorusunu yöneltince, bilgi
aktarmakta yeterli olamadığımı idrak ettim. Belli ki Mustafa’nın karşısında
adeta yeni bir şeyh konumunu üstlenememiştim. Mustafa’nın şeyhi olabilseydim
sorgulama yapamazdı, dediklerimi aynen ve doğru olarak kabul ederdi. Belli ki
şeyhini dinlerken nasıl kullanamıyorsa aklını, beni dinlerken de
kullanamıyordu. Yeniden anlatmayı denemeliydim. Faydalı olur umuduyla kısa
tümcelerle ifadeyi sectim
İbni Fadlan’dan yaptığım alıntıdaki Türk kadınına ...
Arap toplumunun adetlerini...
Kabul ettiremezsiniz...
Kabule zorlarsanız...
Sonunda...
Daracık uzun eteğine üzerine türban takan...
Ruj, oje, allık kullanan...
Kaşları kalemle çizilmiş...
Kara çarşaf altına g-string giyen...
Herkese açık parkta...
Erkek arkadaşının kucağına oturan...
Doğasına uygun ama...
İslamın kadına biçtiği yaşam tarzına uygun olmayan...
Eylemlerde bulunan kadınlar yaratırsınız...
Sonra kalkar...
Müslüman kadına yakışmadı dersiniz...
Kabahat kimdedir?...
Kadın doğasını bilmeyen sizde mi?...
Yoksa Arap kültüründe mi?...
Eğer Peygamber...
Evlatlığı zeyd’in evine gittiğinde...
Zeyd’in çok güzel olan karısı zeynep
Yarıçıplakken kapıyı açmamış olsaydı...
Zeynep’i o haliyle gören Peygamberde...
Zeynep’e yönelik duygular oluşmasaydı...
Bu duygudan sakınmak üzere Peygamber ...
Allaha yalvarmamış olsaydı...
Olayı duyan Zeyd...
Peygamber lehine karısını boşamamış olsaydı...
Akabinde...
Allah katında Peygamber ile Zeynep’in nikahının kıyılmış olduğu...
Azhap 37. Ayetle bildirilmemiş olsaydı...
Nihayetinde Peygamber Zeynep’le evlenmemiş olsaydı...
Belki de namahrem kavramı...
Eski bir arap geleneği olarak kalır...
İslam inanç sisteminde yer almayabilirdi...
Belki bu yüzden...
Benim eve gelip gidenler ile...
Karım Ayşe arasında...
Zeynep’le aramdakine benzer bir ilişki doğabilir kaygısıyla
Sanırım haklı olarak...
Evde olmadığı zamanlarda...
Müminlerin eve gelmelerini...
Yasaklamazdı...
Ve “namahrem” kavramı yeniden doğmazdı.
...İnsanın akıl yürütmeye kalkışmadan dinsel konularda söze boyun eğmesi, bu
söz dinlemeye karşılık öbür dünyada ödüllendirileceği doğrudur elbette. ... Ama
gene de O’nu (Tanrıyı) anlamak olanaksız ise, insanın anlamadığı şeylerden
sorumlu tutulması ne kötü derken ne kadar da doğru söylüyordu Dostoyevski.
Bir türlü anlayamadığım gayretlerden biri de kadın erkek eşitliğinin sağlanması
için gösterilen cabalar ve yazılan yazılardır. AKM’deki bir resim sergisini
görmeye giden grubumuzdaki kızlara asansör kapısını açıp binmeleri yönünde
reverans yaptığım zaman; neden kapımı açıyorsun? ben özürlü müyüm demişti
Ulufer. Çok hoşuma gitmişti bu tepki. Ulufer özürlü değildi. Kendi kapısını
açabilirdi.
Bundan sonra kadınlar hakkında bir şeyler yazmaya çalışacağım. Eğer bir kadın
okuyucu bulursam sen kadınları hiç tanımamışsın demesin diye yaşadığım bir
olayı öncelikle anlatmam gerek. Bir arkadaşıma doğum günü hediyesi almam
gerekiyordu. Onlarca kravatına bir yenisini eklemeyeyim düşüncesiyle farklı bir
şey bulmayı denedim. Suadiyede ünlü bir giyim mağazasının alt katında sıra dışı
şeyler satıldığını biliyordum. Oraya gittim. Uygun ve farklı bir şey aranırken
gözüme bir kitap ilişti. Kitabın adının “Erkeklerin Kadınlar hakkında
bildikleri” olduğunu görünce hemen alıp incelemeye koyuldum. Kitabın ilk
sayfası boştu. Bembeyaz bir sayfa. Olabilir dedim. Bazı kitapları böyle
basıyorlar. Derken ikinci sayfasına baktım, a aaaa! O da boş. Üçüncü, dördüncü,
kırkıncı, yüzüncü, dörtyüzüncü sayfaları da bembeyazdı. Kısaca kitap baştan
sona beyaz yapraklardan oluşmuştu. İyi bir okur olarak diyebilirim ki şimdiye
kadar okuduğum kitaplar içerisinde kendisini en iyi ifade eden kitap bu
kitaptı. Erkekler kadınlar hakkında kitap yazmaya kalktıklarında böylesine
sayfalar dolusu şey yazabilirler ama yazdıkları arasında okunacak bir tek harf
bile yoktur. Tabii kadınlar hakkında yazan Einstein ise onun söyleyecek bir kaç
lafı olabilir. Dünyada kaç einstein yaşamış ki “ bazı insanlar kadınları
anlamaya çalışır, bazıları ise daha basit meseleleri, örneğin görelilik ‘kuramı
gibi’” diyebilsin. Ama ben Einsteinden daha akıllıyım ya(!). Öyle yok görelilik
kuramı, yok birleşik alanlar gibi basit şeylerle uğraşmam kadınları anlamayı
gayet iyi beceririm. Einstein anlamamış ama ben şıp diye çözüverdim. Her şeyden
önce kadınlar asla hata yapmazlar. Hatalı gibi göründükleri hallerde aslında
erkeklerin yamukluğu söz konusudur. Tıpkı evliliklerinde olduğu gibi.
-Kadınlardan hoşlanır mısınız, Prens?
-Hayır!
-O halde budalanın tekisiniz.
Diyen Dostoyevski’nin nasihatlerine özellikle dikkat kesilinmesini ve “bir
erkeğin haddini ancak ve sadece bir kadının bildirebileceğinin” gözden uzak
tutulmaması gerektiğini aklımızdan çıkarmayalım.
Belki de bu yüzden canlıların sınıflandırılmasında arıza var. İnsan, hayvan
gibi ana iki başlık fazla genel oluyor. Sanırım sınıflandırmayı Erkek, kadın,
hayvan ya da kadın, erkek, hayvan şeklinde yapmak gerekebilir. Buna bile (ve
sanırım) kadınların çoğu itiraz eder, kadın, hayvan, erkek şeklinde bir skala
önerirler Erkek maymunların dişilerinden ne kadar farklı olduklarını bilmiyorum
ama, bu konudaki vargımı açıklamam gerekiyor. Bir erkeğin bir kadınla olan
ortak yanları, inanıyorum ki bir erkek maymunla olan ortak yanlarından daha
azdır. Hani maymunlar biraz futbol takip etseler biraz da kafa çekip ülkelerini
kurtarmaya ve düzeni sağlamaya, bu uğurda Beyazıt Meydanında bir kaç gorili
sallandırmaya kalksalar, biz erkeklerden hiç farkları kalmayacaktır. Olur ya
bir de “maymun şeyh” bulup nezaretinde iki zikir patlatsalar erkeklerin önde
gideni olmamaları için hiç bir neden kalmaz.
Mutfağa dahil ettiğimiz balkonun zeminini parke döşedik. Parkeyi döşeyen usta,
balkon zemini ile mutfaktaki fayans döşeme arasında geçişi sağlamak üzere ahşap
bir çıtayı silikonlayarak yapıştırdı. Üzerine ağırlık koymamız gerekir deyince
aklıma kitaplarım geldi. 14 ciltlik Avrupa müzeleri, 8 ciltlik istanbul
ansiklopedisi, 10 ciltlik Elmalılı Hamdi Yazır tefsiri, kalınca 8 sözlüğü
çıtanın üzerine koydum. En üste Bir Tutkudur Trabzon’u ekledim. Roma-Bizans ve
Osmanlı imparatorlukları tarihleri ile Anadolu Uygarlıklarını da ilave edince
zavallı çıtanın yapışmaya karşı olan tüm direnci kırıldı. Belli ki iyi bir
gözlemci(!) olan parke ustası da “Oooo ! Mükemmel oldu; kitaplar bayağı işe
yarıyormuş” dedi. Şimdi düşünmenizi rica ediyorum, tabii eğer aklınızı bir
şeyhin emrine vermemiş ve onu kullanmayı hâlâ biliyorsanız, kitaplara bakış
açısından antika Kuran’ın sayfasını üfleyen Sabancı ile parke ustası arasında
fark var mıdır?
Süleyman başta Bektaşilik olmak üzere tarikatlar ve farklı inanç sistemleri
üzerinde araştırma yapmaya pek meraklı. Ha bire anlatıyor. Ara sıra bir şeyler
söylediğimde, söylediklerimi hemen onaylıyor ve anlatmaya devam ediyor. Çok
dolu olduğunu fark ediyorum. Süleyman şu anda Mevlananın deyimiyle Kitap Yüklü
Eşek gibi (buradaki eşşeklikten alınmamak gerek, hepimiz eşeğizdir de
farklarımızı taşıdığımız yükler belirler, kimi kitap, kimi para, kimi kum
taşır; kimi sevgi, kimi kin ve kıyısından köşesinden biraz bilgi.) Ya da
Dilipak benzeri ki sırtında her şey vardır. Süleyman yük taşıyor olsa da yük
olarak taşıdığı kitaplar (iyi ki kitap, kum da olabilirdi) ona sırtındakileri
başkalarıyla paylaşmasını öneriyor, Paylaşmaz ve yükünü azaltmazsan yeni
kitaplar yüklenemezsin diyor. Dolu dolu konuşmasından anlıyorum ki, sırtından
indirdiği yüklerin kıymetini bilen nadir ambarcılardan biriyim. Ve Süleyman da
biliyor ki yükünü indirdiği ambarımda kitaplarına gereken önem verilmektedir.
Geçen akşam gene dolu halde Beylerbeyine geldi. Belli ki yükü taşıyabileceği
ağırlığın ötesine geçmişti. Tahliye şarttı. Yüklerinin bir kısmını indirdi.
İşin hoş tarafı, beni Bektaşi sanıyordu. Olmadığımı daha önce söylemiştim.
Sanırım bir insanın tanımlanabilir ya da adlandırılabilir bir görüşün yandaşı
olmak zorunda olduğuna, benim de bir yola aidiyetim olması gerektiğine
inanıyor. (Tıpkı Suat’ın inanç dışı söylemlerimden yola çıkarak beni Hristiyan
olarak adlandırması gibi.) Belli ki beni Bektaşiliğe uygun görüyor. Değil mi
ki, gündüz oruç tutup iftardan sonra şarap içmiş biriyim. Oysa dünyada tek bir
Bektaşilik yoktur, ne kadar Bektaşi varsa o kadar bektaşilik vardır.
Konuşmalarından, henüz ortada bir “süleymanca’nın” olmadığını anlıyorum.
Ağzından çıkanlar sözler sana ait değil diyorum. Haklısın diyor. Süleyman fikir
üretmeğe başlamadığı sürece kitap, yük ve eşek üçlemesinin dışına çıkamaz .
Süleyman sürekli aynı konularda kitaplar okumayı bir yana bırakıp farklı
konulara da yönelmelidir. Aksi takdirde skolastik felsefe öğretisinin batağına
saplanır; yani Orhan Hançerlioğlu’nun tanımıyla: “Belli bir konuyu incelemek
demek, o konuda Aristoteles’in ne yazdığını okumak demektir. Daha derin bir
inceleme, Aquinolu Thomas’nın Aristoteles’in bu yazısı üzerine ne yazdığını
okumak demektir. Bilimsel bir incelemeyse Aristoteles’in ve Aquinolu Thomas’ın
yazılarını tekrarlayan üçüncü bir kitabı okumak demektir .” mantığını ve Cengiz
Bektaş’ın deyişi ile : Benim oğlum bina okur/Döner döner yine okur’ un
Süleymana uydurulmuş şekli olan Bizim sülo Din’i okur/ Döner döner yine okur
açmazını aşamaz.
Kitap seçerken farklı konulara yönelimin yönü pek çoktur kuşkusuz. Bildiğim
yollardan biri tanrıları tiye alan yazarların yazdıklarını da eşelemektir.
Örneğin Samsatlı Lukianos’un Seçme Yazıları bu iş için biçilmiş kaftandır. Ya
da okumayı bırakıp, şimdiye kadar okuduklarını akıl imbiğinden geçirmeyi
deneyebilir.
Süleyman aklını kullanmayı kenara koyup kimin hangi konuda ne dediğini okumaya
devam ederse bir süre sonra aklını da kullanamaz hale gelebilir. Tarikatların
ve şeyhlerin yaptığı da kısaca budur. Aklı kenara koydurmak. Şeyhe ve yoluna
teslim olmak!. Teslimiyet bir kez gerçekleşirse artık kurtulmak olanağı kalmaz.
Ancak mutlak bir gerçeği de yazmadan geçmeyelim: İnsan salt aklı kullanarak bir
yere varamaz. Aklın kullanılması bilgi temeline dayanıyorsa işe yarar. AHMET
GAZALİYİ İLAVE ET.
Geçen akşam Türklerde tek tanrı inancının çok eski olduğunu söyledi ve
yanılmıyorsam eskiliğini onyedibin rakamıyla ifade etti Süleyman. Muhtemelen
doğrudur ve öyle de olması gerektir. Zira uzun süre aynı inanç sistemiyle
yaşayamaz insan. Adı üzerinde inanç akla aykırıdır. İnsanlar aklını kullandıkça
Tek Tanrı, Çok Tanrı, Yok Tanrı ve yeniden Tek Tanrı, Çok Tanrı, Yok Tanrı
üçlemesini tekrar tekrar yaşamak zorundadırlar. Günümüz her şeyi yoluna
koyan(!) tek tanrı dönemidir. Devamında Yok Tanrı dönemi gelecektir. Geldiğinde
ve egemen olduğunda Velikovsky’nin dünyaları tekrar çarpışmazsa Tanrılar bir
daha geri gelemeyecektir.
Görme kusuru oluşması ortak yaşama ihanetin başlangıç evresidir. Gözde gelişen
kusur gözün bedene ihanetidir. Beyinde gelişen kusur eşlerin
ihanetinin ilk basamağıdır.
Bir tanıdığımın yazdığı romanların imza gününe katılmıştım. Davetli olmadığı
halde hazır bulunanlardan biri ikide bir söz alıp konuşmayı şiir üzerine
yönlendirdi. Katılımcılar arasında bulunan Marmara Üniversitesi Edebiyet
fakültesinde öğretim görevlisi olan karı-kocanın dikkatini çekmeyi başardı.
Sözün kısası şair olduğunu şiirlerinden birinin varlık dergisinin o ayki
sayısında yayınlandığını söyledi. Ertesi gün varlık dergisini aldım. Davetsiz
şairimizin Eylül isimli şiirini okudum. Şiirden aklımda kalan tek şey: Şairin
“Küllerinden doğa doğa doğacak külü kalmadı” mısraını kullanabilmek amacıyla
şiir yazdığı olmuştur. Şaiirimiz bana Necip fazıl Kısakürek’i anımsattı. Ne
zaman Sakarya Türküsünü okusam, sanki her beytin birinci mısraı laf olsun diye
yazılmıştır, asıl olan ikinci mısradır. Ya da, şiirin tümü tek bir söz söylemek
ereğiyle kaleme alınmıştır. Diğerleri süslemedir.Yanlış anlaşılmasın Amacım
Necil Fazıl’ı eleştirmek falan değil,haddime mi düşmüş. Yoksa Affet isimli: Göz
kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten/Affet senden habersiz aldığım her
nefesten, oluşan iki mısralık şiirinden başka hiç şiir yazmamış
olsaydı da, kanımca yine büyük şair olarak anılırdı. Sakarya Destanı adlı
şiirinde “din” imgesinde boğulur gibi oldu diye düşünmüştüm, işte onu yazayım
dedim. Hani belirli bir konuda yazmaya karar vermek sanki şairin duygularına
ket vuruyor ya, tıpkı Bach’ın 1 No’lu Do Minör konçertosu üstüne Nazım’ın
yazdığı şiir gibi. Eğer konçertoyu daha önce dinlemişseniz o şiirde konçertoyu
bulmak için uğraşırsınız, bel ki de bir nebze bulursunuz. Oysa Mavi Liman’ı
böyle mi Nazım’ın. Çınarlı kubbeli mavi bir liman dizesini okuyunca aramanıza
gerek kalmadan İstanbul size seslenir; “hiç bir şair böylesine kısa ve öz
tasvirimi yapmamıştı der”. Betimleme yeteneğinin doruğa ulaştığı, imgelemin
sözcüklerle anlatılabilmesine en iyi örnek sayılabilecek Kaptan’ı yazan Nazım,
neden Do Minör Konçerto üzerine şiir yazıyor ki?
Madem ki haddimi aşan laflar etmeye başladım. Biraz daha sürdüreyim. Hem gırgır
olur, güleriz. Bir kaç arkadaş gecelerden bir gece demlenip yurdumuzun
sorunlarını konuşurken, nereden geldi aklıma bilemiyorum ama, Yıldırım Gürses
Osmanlı Müziğine, Neşet Ertaş Halk Müziğine, Erkin Koray Türk popuna arabesk
bulaştırdıkları için Nasyonal Kültür Mahkemelerinde(!) gıyaben
yargılanmalıdırlar demiştim. Nejla hemen söze giriverdi. Haklısın ancak Timur
Selçuk’u atladın dedi. Timur Selçuk’u hiç sevmem, bende İstanbul Oda
Orkestrasıyla yaptığı bir CD çalışması var. Onda da Timur Selçuk besteci değil,
şef olarak bulunuyor dedim. Neden atladığımı sordum. Dedi ki: Düşünsene 70’li
yıllarda gençliği kasıp kavuran besteleri neden 30 yıldır yok. Beethoven’ın
duyması iyice ağırlaştığı halde dahi beste yapmayı sürdürdüğünü hatırlasana,
eline fırça almaya 30 yıl ara vermiş ressam, yontu aletlerini kenara atan ve 30
yıl onlara dönüp bakmayan heykeltraş duydun mu?. Hiç duymadım dedim. Babası
yazıyordu tüm o güzel şarkıların bestelerini dedi. Aklım yatmadı da değil.
Biliyorum parasına kıyıp kitabımı alan okularım arasında “amma da attın ha!”
diyenler hayli çok olacaktır. Yukarıda adını zikrettiğim insanları aslında hiç
eleştirmediğimi sadece durum tespiti yaptığımı düşünmeden, sırf onlar için hoş
sayılmayacak sözler söylemiş olmam nedeniyle “mutlaka eleştiridir” önseliyle
“sen kim oluyorsun da onları eleştiriyorsun” diyenler bulunacaktır. Koca
Mevlana bilmem hangi “hisse’yi” anlatmak için: hizmetçisinin garip
hareketlerinden kuşkulanan Hanımın hizmetçiyi takip etmesini, hizmetçinin ahıra
gidip eşeğin altına yatmasını, bir süre sonra rahatlamış halde ahırdan
çıkmasını, hizmetçiye öykünen hanımın da eşeğin altına yatmasını, eşeğin
günümüz moda deyimiyle ve “eşşekliğinden olacak” orantısız güç kullanması
sonucunda hanımın yaşamını yitirmesini, eşeğin altında hanımının cansız
bedenini bulan hizmetçinin “a hanımım!” benim yaptığımı yapmak istedin ama bu
işi yaparken eşekle arama kendi ölçülerime göre seçilmiş ve ortasında delik
bulunan bir kabak koyduğumu bilemedin dediği “kıssa’sını” seçerse ben de onu
eleştiririm. Tamam anladık onlar çok büyük insanlardır ancak kusursuz
değillerdir. Üstelik (daha önce mi sonra mı? hatırlayamıyoum!) dedim ya!
“eleştiri herkesin, takdir en iyilerin hakkıdır.” Bir taraftan “insan düşünen
hayvandır” deriz, diğer yandan düşünmemizi engelleyen şeyhlerin elini öperiz.
Eğer bir insan varsa, eğer onun biraz aklı varsa, ve eğer aklını biraz
kullanabiliyorsa “zina’nın” ispatı için dört şahir gereklidir diyen islam
kökenli öğretinin nedenini sorgulamaz mı? Bırakın dört şahidi tek şahit önünde
de olsa, hadi zinadan vaz geçtim, yasal bir ilişki olabilir mi? Zina yapanlar
Bu olmayacak birDEvAM YAZ.
Briç bir kağıt oyunudur ama diğer oyunlara hiç benzemez. Briçle mukayese
edilecilecek tek oyun satrançtır ancak, bu karşılaştırmada ben E.A.Poe’nun Morg
Sokağı Cinayeti isimli öyküsünün girişindeki briç üzerine tiratına aynen
katılıyorum ve briçin tartışılmaz üstünlüğünü kabul ediyorum. Briç masasında
oturanların bilgisi, becerisi, gözlemleri, çözümleme ve sentez yeteneği,
karakteri ortaya konulur. Dört oyuncudan biri kendine göre doğru bir şey
söylediğinde ve ya yaptığında doğru söylemişse/yapmışsa onaylanır, yanlışı
anında önüne konur. Kısaca herkes en doğruyu kendisinin bildiğini sanır ama
doğru tektir ve ispat edilerek gösterilir. Bu kolaylığı, yaşamın diğer
alanlarında pek bulamıyız.
Kadim dostlarımla oturmuş laflarken Osmanlılar üzerine yapılan bir tartışmada
benim fikrimi sorduklarında, biraz beklemelisiniz, Osmanlı İmparatorluğunun
Ekonomik Ve Sosyal Tarihi isimli muhteşem bir kitap aldım, okuduktan sonra
Osmanlıyla ilgili sorularınızdan bazılarına cevap verebileceğim dedim. Kemal
hemen atladı ve kitabın yazarını sordu. Halil İnalcık ile Donald Quataert
deyince; haaaa! iyi dedi (eminim İnalcık’ı duymuştur da Quataert’ten haberi
yoktur). Kitabın yazarını duyunca onay vermesindeki (çok sevdiğim, oldukça
akıllı bir arkadaşım ama yaptığını tam olarak açıklayabilen ‘bulabildiğim en
hafif sıfatı’ kullanmak zorundayım) patavatsızlığa karşı ne diyeceğimi
bilemedim.
Burada haddini bilmeyen arkadaşıma karşı yapabileceğim bir şey, diyebileceğim
bir söz yok. Öğrenci ya da akademisyen olmayan, yaşamını bir şeyler satarak
kazanmaya çalışan biri, 700 yıl önce kurulmuş, 80 yıl önce çökmüş bir
imparatorluğun popüler ve magazin yanları yanında 900 sayfalık ekonomik ve
sosyal tarihini okuyorsa , o okuyucuyu onaylamak için hiç değilse iyi bir
osmanlı tarihçisi olmak gerekir. Aksi halde, takdir dahi hakaret sayılır. Bu
patavatsızlığı yapan konuşmacıya briç masasında olduğu gibi doğruları anında
gösteremezsiniz. Ve belli ki kimseye had bildirilmez, had ancak bilinir.
Patavatsızlık ve densizlik iflah olmaz bir illettir. Örneğin yeni mezun bir
orkestra şefinin Zubin MEHDA’nın yönettiği bir konserden sonra kulise gitmesi
ve “Aferin” demesi patavatsızlık değilse nedir? Herkes eleştirebilir ama
“Takdir en iyinin tekelindedir.”
Neden İnsanlar yakınlarını anlamak ve tanımak için hiç zahmete katlanmazlar.
Onların sahip oldukları değerleri bulmaya çalışmak yerine ha bire kendi
önemlerini vurgulamaya gayret ederler? Bu soruya hala bir yanıt bulabilmiş
değilim. Sürekli zamparalıklarını anlatan bir tanıdığım, yaklaşık 25 yıl önce
eski adıyla tandır restoranın önünde Renault 5 model aracından inen ve kolumda
restorana giren kız arkadaşımı gördükten sonra bana bir daha zamparalıklarından
söz etmez olmuştu.
Tahsin’in bu soruyu Hasan’a da sorayım demesine öylesine sinirlenmiştim ki
doğru dürüst okumadan geçiştirmek için cevapladım ve tabii yanlış cevap oldu.
Soruyu dahi anlayamamıştım. Aşağılamak maksadıyla isim belirtmiyorum, aklıma ilk
gelen olduğu için zikrediyorum, bana soracağı bir soruyu benden önce Yusuf’a
soruyorsa bu işte bir terslik var demektir. Bu tersliği çok ama çok yaşadığım
için çoğu kez yanlışlığın bende olduğunu düşünüyorum. Herkesin rahatlıkla
konuşabildiği bir dinleyici olarak ( bu etiketi çalıştığım işyerlerindeki
özellikle dul hanım arkadaşlarım yakıştırmıştı) fazla tevazu mu gösteriyorum?
Yoksa insanlara batıyor muyum? Anlayamadım. Tam da : Öyle ya! Herkes yanlış
olamaz, kabahat bende olmalı diyorum ki, aklıma “ milyarlarca sinek bok seviyor
diye sineklerin damak zevklerinin iyi olduğunu söyleyemeyiz” lafı geliyor,
anında vazgeçiyorum. Neyse ki vazgeçmemdeki haklılığımı, eylem ve söylemleriyle
onaylayan iki Süleyman ve bir Kemal var meydanda.
Hikmet Uluğbay’ın Petropolitik isimli kitabından bir alıntıyla yazımızı
renklendirelim. Buldan bezi dokuyan küçük bir el tezgahının ürünleri istanbula
gümrük vergisi ödemek suretiyle kabul edilirken, İngiltere, Fransa gibi
ülkelerin ürünlerinden kısıtlı gümrük vergisi alınabildiği dönemlerde hazinesi
tamtakır olan Sultan Hamid, Sadrazamını İngilterenin İstanbul Büyükelçisine
(Sir O’Conor) gönderir ve gümrük vergilerinin biraz artırılmasını talep (yoksa
rica mı? Bilemiyorum!) eder. Büyükelçi Londra ile gerekli görüşmeleri yaptıktan
sonra oldukça ağır koşullar ileri sürer ve koşulların kabulü halinde vergilerin
artabileceğini belirtir. Ancak İngilterenin arşivlerinin açılması için gerekli
zaman geçtikten sonra Büyükelçi Sir O’Conor’ın hükümetine yazdığı: “...Ayrıca,
gümrük vergileri oranları üzerindeki kısıtlamaların, pratik ve adalete uygun
olarak sonsuza kadar devam etmeyeceği açıktır. Bu kısıtlamalar eski bir anlaşma
hükümlerinden kaynaklanmaktadır ve karşılığında Türklere herhangi bir avantaj
verilmemiş bulunmaktadır. Büyük güçler, bu kısıtlamaları reddetme hakkını
Türklere tanımıyor, ancak bu tutum, dünyada herhangi bir ülkenin güçlükle kabul
edebileceği bir hükümranlık hakkı kısıtlanmasıdır” mealindeki 28 Nisan 1903
tarihli mektubunu okuduktan sonra, sıfır gümrük vergisini öngören AB ile Gümrük
Birliği Anlaşmasının imza gününü bayram ilan eden ülkemizin dimdik olmasa bile
hala ayakta olduğuna şükretmeliyiz.
Babam tam bir türkü aşığıydı. Hacı Taşan, Osman Türen, Çekiç Ali, Muharrem
Ertaş gibi çocukluğumun ünlülerinin plaklarını dinleyerek büyüdüm. 20’li
yaşlarımda klasik olan müziklere ilgi duymaya başladım. TRT Radyo’nun saat başı
haberlerinden önce yayınladığı kısa bölümler sayesinde tanıştım klasik batı ve
osmanlı müziğiyle. Tatyos Efendinin Rast peşrevini de, Haydn’ın 24 nolu
divertimentosunu da ilk kez TRT’den dinledim ve sevdim.
Zamanla osmanlı Müziğine daha çok yer veren TRT TV, baştan sona klasik batı
müziği yayınlayan TRT 3 müzik ihtiyacımı yeterince karşılıyordu. Serde gençlik
var ya, pop müzik te dinlenecek haliyle. Plak satıcısına gider, hit olmuş
parçalardan oluşan kaset yaptırırdım, tEybimde dinleyerek keyfim üzerine keyif
katardım. Ne olduysa TRT’nin yayın politikası değişti. Özel radyolar açıldı,
TRT de onlarla rekabete girişti. Arabesk, fantezi arabesk, metal, havy metal ve
daha nicelerini yayınlamaya başladı.
Power Fm’de Bon Jovi,TRT’de Bon Jovi. Olacak iş mi yani?. Blues, Jazz çok matah
olsalardı en ünlü caz piyanistlerinden biri olan Keith Jarret Goldberg
Çeşitlemelerinin en iyi CD kaydını yapan müzisyen olmazdı. Neden Santana’nın
seceresini dinleyicilerin kafalarına mıhlayan TRT, Cem Karaca’dan habersizmiş
gibi davranır. Yoksa sam Amca öyle mi emretti.
Son yıllarda tekke ve tasavvuf müziği furyası başladı. Türkiyede Türk olmayan
her şeye yer var, Türk’e yok. Türk yok, Türk müziği yok, Türk resmi yok, Türk
edebiyatı yok, Türk heykeli yok, kısaca tanımlanmasında Türk kelimesi olan hiç
bir değere yer yok.
Dede korkut masallarına göz atarken Deli Dumrul ağamla karşılaştım. Azraile ve
dolayısıyla Allaha karşı gelmenin cezasını canıyla ödemek zorunda kalınca, önce
babasından, sonra annesinden kendi yerine can vermelerini istemesini,
reddedilişini, durumu eşine açıklayınca, eşinin canını vermeye razı olmasını
tekrar okudum. Gençliğimde yerinde bulduğum özveriyi bu defa inandırıcı
bulmadım (nedeni bekar/evli farklılığım olabilir). Eşlerden birinin diğeri için
canını vermeye razı olabileceğine inanamadım. Belki “can verme riski” hikaye
edilseydi durum değişebilirdi. Yani Azrail Deli Dumrul’a : Yerine can vermeyi
kabul edecek birini bulursan durumunu gözden geçiririm demiş olsaydı, durum bir
nebze değişebilirdi. Can verme riskini üstlenen, yaptığı bu fedakarlığın
azraili yumuşatacağını umabilirdi. Çok zor ama hadi olabilir diyelim. Oysa
Siraküza kralının ölüme mahkum ettiği genç öyküsünde her şey daha bir oturur
yerli yerine.. Herkesin (farklı anlatımlı olsa da) bildiği bir hikaye olduğuna
eminim ama genç okurlar için (henüz okumamış olmaları olasılığını dikkate
alarak) Siraküza Kralına dair meseli anlatalım.
Siraküza Kralının adaletsiz ugulamalarına karşı olan genç, krala suikast
düzenler ancak amacına ulaşamadan yakalanır ve idam cezasına çarptırılır.
Zindanda idam gününü bekleyen gence kızkardeşinin evleneceği haberi gelir.
Krala haber gönderir durumu açıklar. Kız kardeşinin mutlu gününde bulunmak
istediğini belirtir; düğünden sonra geri döneceğine ve idamını bekleyeceğine
söz verir. Siraküza kralı, yerine birisini bırakması ve üç gün içinde dönmesi
koşuluyla talebini kabul edeceğini bildirir. Arkadaşı, suikastçi gencin yerine
zindana girer; kızkardeşinin düğününe giden gencin idam gününe kadar
döneceğinden kuşkusu yoktur.
Bu bölümü arkadaşı yerine zindana giren gencin ağzıyla yazalım. Eğer arkadaşın
güvene layık değilse, bu yalnızca onun kusuru değildir. Güvenin kötüye kullanılması,
kullananın yanında kullandıranın da kusurudur. İnsan yalnızca arkadaşını ve
eşini kendi seçer. Anne, baba, kardeş ve diğer akrabalar eş seçiminin olağan
sonuçlarıdır. Eş seçiminde ise cinsel uyum ve cazibe her şeyden daha fazla
ağırlıklıdır. Babanız annenizi değil de annenizin arkadaşını tercih etmiş
olsaydı belki de hırsız ya da bilim adamı bir kardeşiniz olmayacaktı.
Arkadaşlıkta her şey oldukça farklıdır. Yaşamı belirleyen ve yöneten tüm
değerlerin dışında gelişir arkadaşlıklar. Her yanınız ortak bile olsa gönlünüz
ısınmadıkça, akıl imbiğinizden her geçirişinizde arkadaşlığı sürdürmede
olağanüstü yararlar görseniz dahi arkadaş olamazsınız.
Arkadaşlık belki de akılla gönlün ortak karar verebildiği tek birlikteliktir.
Amacım iki yüzlülüğü yazmaktı, nerelere düştüm. İki yüzlülük insanın
olabileceği en mükemmel haldir Olunmaması gereken durum iki yüzlü değil, ikiyüz
yüzlülüktür. İnsan olduğu gibi görünemez, göründüğü gibi de olamaz, Mevlana’mız
biraz yanılmış, Ya Olduğun Gibi Görün, Ya Göründüğün Gibi Ol derken. İnsan iki
yüzlüdür. Birinci yüzü göründüğü yüzüdür. İkinci yüzü diğerlerinin
tanımladığı/gördüğü yüzdür. Bir başka deyişle diğer insanlar üzerinde bırakılan
intibadır. Belki de moda deyimle imaj.
Din üzerine yaptığımız söyleşilerin hemen hepsinde konuşma dönüp dolaşıp,
yahudi ajanı, yahudi oyunu, yahudi parmağında takılıp kalıyordu. Kur’anda
iseviliğe yönelik hemen hemen hiç ayet yokken yahudiler üzerine çok şey
söylenmiştir. Her din kendisinden bir önceki dinin yetersizliği dolayısıyla ortaya
çıkmış olmalıdır. Kendisinden önceki din de, daha önceki dinin değişen dünyada,
değişen ihtiyaçlara cevap veremediği için indirilmiştir. Öyleyse neden
müslümanlık hıristiyanlığı atlayıp yahudiliğe saldırmaktadır? Niçin hiç bir
müslüman bu soruyu sormaz? Kuranın yahudileri düşman bellemesinin nedenlerini
akıl imbiğinden geçirmez? Belki de imbiğe gıcık olduklarındandır. İmbikten
geçen şeyler çoğunlukla alkollü içecek olduklarından olabilir. Alkollü içecek
üretme riskini göze alabilseler, islamiyetin yayılmaya çalıştığı topraklar
üzerinde hakim din anlayışının yahudilik
ve çok tanrılık olduğunu göreceklerdir. Bu yüzdendir ki islamiyet musevelilikle
ve çok tanrı anlayışıyla çekişmiştir. Arap yarımadasıyla uğraşmayan, roma
imparatorluklarında egemen olmaya çalışan isevilikle hiç ama hiç uğraşmamıştır.
Köyde doğdum büyüdüm, yaşlanan horozları ve yumurtlamayan tavukları kesip
yerdik. Derken istanbula geldim bir vesile ile tavuk yedim. Yediğim şeyin adı
tavuktu, tavuğa benziyrdu ama tavuk değildi. Sordum. Meğer çiftlik tavuğuymuş.
Öyle köy tavukları gibi kendi kendilerine büyümezler, onları biz çabucak
büyütürüz dediler. O gün bu gündür tavuk yemiyorum , çiftlik tavuğu denilen adi
yaratığı kimsenin yemesini de istemiyorum. Çiftlik tavukları da tıpkı spor gibi
sağlığa zararlıdır. Yaşamım boyunca bir kez Koka Kola içtim. İlk yudumdan sonra
devam edemedim. Kola’yı da sağlığa zararlı içecekler arasına kattım, evime kola
almadım, Fast Food denilen yiyeceklerden her zaman uzak durdum, hamburgeri de
bir kez yedim, lanet olsun dedim. Benden 30 yıl sonra dünya hamburgeri, kola’yı
ve çiftlik tavuğunu lanetlemeye başladı. Dünyadan otuz yıl ilerde miyim? Hayır!
Tüm açıklamalar evrim kuramında.
İnsan vücudu, aklının ilerisindedir. Vücut gereksinimlerini bilir, aklı onlara
göre yönlendirir.. Akıl vücudun bir parçasıdır. Vücuda ne yapacağını
söyleyemez, onu yönlendiremez. Arasıra telkin yapabilir, vücut dinler ya da
dinlemez, onun bileceği iştir.
Evrim olur da evrilen ilk canlının dişi mi yoksa erkek mi olduğu sorusu
sorulmasa olurmu? Açıklıkla söyleyebilirim ki ilk evrilen dişidir. Evrilen dişi
henüz evrilmemiş erkek için farklı bir türdür ve sanırım yalnız insanların
erkeklerine özel olan kendi rızasıyla başka türlerle ilişkiye girebilme
yetisidir insanlığın devamını sağlayan.
Konumuz Türkiyeyi kurtarmak mıydı? Bilmiyorum! Laflıyorduk yine. Tahsin;
Türkler, Ermeniler, Kürtler isimli bir kitap gördüm, yarın karşıya geçip onu
alacağım, burada hiç kitap bulamamak ne kötü dedi. Oysa ki aradığı kitap bende
vardı. Kitaplarımın listesini ona vermiştim. Okumayı seven bir insan, “Belki
Vardır” deyip, kendisine gönderilen 1500 kitaplık bir listeyi nasıl merak
etmez?
Geçenlerde yine yakın arkadaşlar arası hırlaşmalarımız üzerine konuşuyorduk,
tabii meyhanede. Arkadaşlarımla olan ilişkilerimde tarzım: canımı sıkan olaylar
karşısında olay henüz küçükken tepki koymaktı. Böylelikle canımın sıkan şeyleri
kartopu büyüklüğündeyken karşımdakine atarsam, kartopunun çığa dönüşmesini,
çığın doğurabileceği büyük felaketi de önlerim diye düşünüyordum. Tahsin
kartopu konusunda Dost acı söyler özdeyişimize nazire yaparak, acı sözler
kullanmadan beni uyardı, itiraz ettim ve yukarıda yazdıklarımı tekrarladım, bir
romanda okumuştum, Mafya lideri parasını çalan muhasebecisinin alnına silahını
dayayarak: Seni öldüreceğim ama paramı çaldığın için değil, hırsızlığını fark
edemeyeceğimi düşünmek suretiyle zekama saygısızlık ettiğin için, bunu bilmiş
ol, dediğini anlattım. Aklımca dilini yaklaşık 100 sözcükle konuşan, yaşamında
hiç kitap okumamış olan bir arkadaşımın bana kitaplardan söz etmesinin
densizliğini ya da biriç oyunundaki yeteneğimin genel kabul görmüş olmasına
karşın, bana briç konusunda laf edilmesinin yersizliğini vurgulamaya çalıştım,
ama seçtiğim örneğe bakınız lütfen. Bir mafya liderinin sözleri. Benim mafya
ile ne benzerliğim olabilir ki? Yok eğer benzerliğim varsa kime ne
söyleyebilirim ki? Tahsin, kartopunun da acıtabileceğini üstü örtülü olarak
vurguladı, anlayamadım. Anlayamamam normaldi. Ben mafyadan anlarmışım ama
haberim yokmuş meğer. Biraz düşününce Tahsin’in haklı olduğunu fark ettim. Daha
önce bu konuda kafa yorduğumu sanmışım, meğer kendimi doğrulamakla
uğraşıyormuşum. Tepkiyi eşşekçe koyduktan sonra ne fark eder, değişen
eşşekliğin boyutudur. Yıllarca boyutu küçük eşşekliği hoş görmüşüm de haberim
yokmuş. Eşşek olmak için ille de göze batacak büyüklüğe ulaşmak gerekir
sanmışım. Arkadaşlarımı kırmışım, üzmüşüm, ve en acısı tepkimin biçiminde değil
ama özünde haklı olduğum halde tümünü fena halde bozmuşum. Pir Sultan sever
olarak arkadaşlarıma O’nun Şu ellerin taşı hiç bana değmez/İlle dostun gülü
yaralar beni dizesini yineletip durmuşum. Yaptıklarımın tümü, kendi akıl
imbiğimden geçmiş ve temelini benim tasarladığım eylemler olmalıdır ki özgür
tavır sergilediğimi iddia edebileyim. Başkalarının eylem ve söylemlerini
referans alan her hareketim ve konuşmam tabiidir ki benim değildir;
yönlendirilmiş, tetiklenmiştir. Bir şeyhe mürid olup onun dediklerini yapmakla,
bir kimseye sinirlenip ona cevap yetiştirmek, tepki koymak arasında özde bir fark
yoktur. Eh! Bunu fark ettinse işin kolay, sonrası biraz hoşgörü biraz da
empatiyle halledilir diye düşünebilirsiniz. Böyle düşünüyorsanız
yanılıyorsunuzdur. Hoşgörü: Ya korkaklığın ya da yukardan bakmanın zemindeki
izdüşümüdür. Oysa çözüm, ise ve değilse sözcüklerinde saklıdır. Bir başka
deyişle “ İnsan aklını kullanıyorsa / kullanmıyorsa” da. Eğer insan aklını
kullanmayı ön planda tutabilmiş olsa, Cengiz Özakıncı müslüman bilim
adamlarının günümüz batı uygarlığına yol gösterici olduklarını, zımni olarak
islamın ve dolayısıyla dinlerin bilimle çatışmadıklarını ispat etmeye kalkışır
mıydı? Tezini islam bilginleri üzerine değil de islam coğrafyasında yaşayan
bilginler üzerine bina etseydi çalışmasının temelinde aklını kullandığı iddia
edilebilirdi. İslam bilgini olduğunu söylediği kişilerin yaşamlarını biraz
araştırmış olsaydı, hemen hepsinin tanrıtanımazlıkla suçlandığını biliyor
olacaktı. İman; doğası gereği bilimle çatışmak zorundadır. Aksi takdirde bilim,
Muhammed ile Ebubekir’in sığındığı mağaranın girişine saatlerle ölçülebilecek
bir sürede örümceğin ağ örebileceğini, saçaklarda yuva yapan türdeşlerinin
zıddına , mağara ağzının dibine yuva yapabilen bir güvercinin olabileceğini
ispatlamak zorundadır. Ya da müslüman coğrafyasında yaşayan ama olasılıkla başları
hiç secdeye varmamış olan Erdal İnönü ile Celal Şengör’ün aslında çok iyi
müslümanlar olduklarını gösterebilmelidir. Bu durumda bizim de Özakıncı’dan,
(bilimsel değerlerini haklı olarak arşa çıkardığı bilim insanlarını) felsefeyle
uğraştıkları için yerden yere vuran İmam Gazali’ye , en azından Mehmet Emin
Yurdakul’un Dante’ye yazdığına yakın bir reddiye yazarak savunmasını beklemek
hakkımızdır. Yoksa kim haklı ? Nasıl bileceğiz. Özakıncı mı? Gazali mi?
Türkiye adı üstünde kendini Türk kabul edenlerin yaşadığı ülkelerden biridir.
Türkiyede doğup yaşayan her çocuğun İlkokullarda bellediği andımızın ilk
sözcüğü olan TÜRKÜM ‘deki amacın kanla ilgili olmayıp bir aidiyet durumunu
ifade ettiğinin ayırtında olması zorunludur. Bu andı yüksek sesle söyleyen çocuğun,
kürt,laz,çerkez, abhaz, ermeni, rum, yahudi olması bir şey değiştirmez. Türküm
dedikleri ve dediklerine inandıkları sürece Türk’türler. İnanmadan
söyleyenlerin ülkemizde yaşama hakları olmaması gerekir. Ailesi Alanya’da ev
alan ve oradaki ilkokula kaydolan bir ingiliz çocuğu da aynı duygular içinde
olmak zorundadır. Yoksa ülkemizi hemen terk etmelidir. Yüzlerce yıl boyunca
Türkiyede yaşadığı halde ben ermeni’yim, ben rum’um, ben yahidi’yim, ben
kürt’üm demeye kimsenin hakkı yoktur.
Müslümanların yahudilere olan düşmanlığını biraz daha araştırmaya karar verdim
ve Diyanet İşleri Başkanlığının Kur’an Mealinin (xxxx) baskısının indeksindeki
israiloğullarına işaret eden ayetleri not ettim. Ayetlerin türkçe
karşılıklarını tek tek yazdım. Sonra oluşturduğum ayet listesini Yaşar Nuri
Öztürk’ün hazırladığı ayetlerin geliş sırasına göre düzenlenmiş Kuran Mealini
kıstas alarak yeniden sıraladım. Sıralama sonucunda gördüğüm, tam düşündüğüm
gibiydi. İslamiyetin tutunmaya başladığı dönemlerde gelen ayetler, İsrailoğullarının
yeni bir din ve peygamber geleceği yönünde bilgiye sahip olduklarını
bildiriyordu ve ara sıra İsrailoğullarına peygamberlerinin sözleri dışına
çıktıkları için bazı cezalara muhatap kalmak zorunda kaldıklarını söylüyordu.
Bu ayetlerin hemen tamamı Mekke’de indirilmişti. Medinede inen ve geliş
sırasına göre ortalarda olan ayetlerde ise yahudilere telkin ve önerilerde
bulunuluyordu. Sonlara doğru gelen ayetlerde ise ( bir kısmı medine’de bir
kısmı sonradan ele geçirilmiş olan mekke’de inmişti) Yahudilere nasihat
veriliyor, tehdit ediliyorlar, kendilerine tepeden bakılıyor. Tıpkı Medine
Vesikasının yürürlükte kaldığı süreç gibi. Hani peygamber hicret sonucunda
medineye gitti ve orada egemen olan Yahudilerle Medine vesikasını imzaladı,
önce senin dinin sana, benim dinim bana dedi, kuvvetlenince Benim Dinim
hepinize demekten çekinmedi, işte aynen öyle. Bunda kızacak, şaşacak bir yan
yok. Yaşadığı dönemin (belki de tüm dönemlerin) en akıllı insanlarından biri
olan olan peygamber, aklın emrettiği yolun dışına hiç çıkmadı. Dere geçerken at
değiştirmedi, ayıya dayı demediyse bile ayıyla iyi geçinmenin yolundan hiç
ayrılmadı. Zayıfken haddini bildi, güçlenince haklarını. Yaşamı boyunca
karşılığı olmayan (yaşadığımız yünyada bile) tek bir konuşma yapmadı, amaçsız
bir eylemde hiç bulunmadı. Peygamberden sonra O’nun gibi yaşamak isteyenlerin
yaptıkları ile peygamberin yaşamının tek bir ortak yanı yoktur. Örneğin
Aczmendiler peygamber gibi yaşadıkları iddiasındaysalar da olsa olsa Fransisken
rahiplerin yaşamlarının islam penceresinden taklitini yaptıkları söylenebilir.
Süleyman, zevksizliğin ancak parayla satın alınabilirliği üzerine olan tezimden
yola çıkarak o halde parasızların tümü zevkli midir? diyeceğiz! sonucuna
ulaştı. Tabii ki hayır! İnsan hem parasız hem de zevksiz ise kimse onun
“zevksizlik mertebesini” anlayamaz. Zevksizliğin ancak parayla satın
alınabilirliğini söylerken insanın kendinde olmayan bir yanını ortaya
çıkardığını söylemek istememiştim. Tam tersine amacım kendinde hep var olan ama
ancak para aracılığı ile ortaya konulabilen bir özellikten söz etmekti. Bunun
en güzel örneği hayli para verip taşıt aracının plakasına ismini
yazdıranlardır. Bu yontulmamışlığı , beğenen ve satın alabilecek güce sahip pek
çok insan vardır ama, sadece zevksizler adlarının yazılı olduğu plakalı
araçlarla dolaşabilirler. Bu, zevksizliğin ancak parayla satın alınabilir
olması değilse nedir?
Artık “Çok laf yalansız olmaz” atasözümüze örnek olsun diye dünyaya gelmiş
olduğuna inandığım Selo’ya ara sıra Allah aşkına bazen doğru bir şeyler de
söyle! ne olursun diye takılıyordum. Aslında söylediklerinde doğru şeyler de
vardı ama lafı öylesine uzatıyor ki bir cümlede anlatacağı doğruların yanına 20
cümle daha ilave edince, 21 tümcelik söyleminin hiç bir anlamı kalmıyordu. Bir
arkadaşımız yeri geldiğini düşünüp fıkra anlatmaya görsün, aynı mealde en az 3
fıkra anlatır Selo. Yine yeri geldiğini düşünüp başından geçen olayı anlatan
bir arkadaşımızın dinleyicileri arasında selo varsa yandık. Aynı konuda selo en
az 2 olay anlatmak zorundadır. Belki faydası olur düşüncesiyle, hepimiz
birbirimize yakın yaşlardayız, bildiğimiz fıkralar hemen hemen aynı,
tecrübelerimiz birbirine denk,” yukarıda anlattığım durumlarda ille de bir
fıkra anlatman ya da anlatılana benzer bir olayı, bilgiyi tekrarlaman hazirunun
pek ilgisini çekmiyor dediysem de her zamanki ipe sapa gelmez sözlerini söyler.
Selonun yaptıkları çok mu önemli? Hayır. Meğer ben “küpe küp demişim.” Eee! ne
olmuş yani tabii ki küp diyeceksin ibrik diyemezsin ya derseniz, haklınız! ancak
eminim , “Küpe küp deme, o da sana düb der” atasözümüzden haberiniz yoktur.
Düb’ün arapça anlamı “Ayı” olan Dübb kelimesinden Türkçe’ye uydurulmuş bir
sözcük olduğunu da bilmiyorsunuzdur. Ben de bilmiyordum, hem atasözünü hem de
dübb’ü. Bilseydim hiç küpe küp der miydim?
Bizansın mirasına rumların konmaya çalışmasını, bizim de bu konuda sessiz
kalmamızı da pek anlayamıyorum. Ioannes Kinnamos’u ve onun Histografyasını
mereklıları dışında bilen pek fazla değildir. Niketas, Anna Komnena ve Mikhail
Psellos da hakeza. Bizans tarihini merak eden Türk, çevresinde pek hoş
karşılanmaz sanırım. Oysa ölen bir Selçuklu Sultanının iki oğlu arasındaki taht
kavgasında oğullardan birinin diğerine karşı Bizans İmparatorlarından yardım
istediği ve aldığını bilseler ne düşünürler acaba? Aynı şekilde Macarlara ya da
Sırplara karşı Selçuklulardan yardım isteyen ( ve alan) Bizans
İmparatorlarından haberdar olsalar yine de Bizansın mirasçısının yunanlılar
olmadığının ayırdına varabilirler mi? Bizansın Büyük Saray kalıntıları üzerine
inşa edilen otelden rahatsız olmayanların (hatta bu olaydan bihaber olanların)
Türk olmaktan dolayı mutlu olmaya, ya sev ya terk et demeye hakları olabilir
mi?
Knowledge is power’mış. Hadi canım sen de! Bilgi bi bok değildir. Üstün
zekalıların ender bulunduğu ortamda üstün olmasa bile normalin biraz üstündeki
insanların ilgi alanına giren bilgi nasıl güç olabilir? Başkasının yumruğunu
yemeyen kendi yumruğunu peygamber topuzu sanır derler ya işte öyle bir şey.
Dünya başkasının yumruğunu tatmamışlarla dolu. O kendini dünyanın en güçlü
insanı sanıyor. Bilginin yüceliği üzerine edilen sözler rahibe tereza’ya
orgazmın mükemmeliyetini anlatmaya benzer. Nobel ödüllü bir yazarın kaleminden
ifade etmeye kalksanız dahi anlayamayacaktır.
Süleymanla konuşurken açık sözlü olmaktan dem vurmuştuk. Fazla açık sözlü
olmayı biraz “patavatsızlıkla” biraz da “dangalaklıkla” nitelendirmişti. İlk
bakışta doğru gibi görünse de aralarında hayli fark var. Aslında açık
sözlülükle patavatsızlık arasında kelimenin tam anlamıyla “patavatsızlık” farkı
var ama dangalaklıkla açık sözlülük arasında “para” var. Daha doğrusu para
tabanlı kabalık var.
Yaşamın tek doğru ve aynı zamanda en basit kuramı evrimle benim ne ilgim
olabilirdi ki eğer menzil şeyhine aklını kaptırmış bir arkadaşımla bu konuyu
tartışmak zorunda kalmasaydım.
Ceviz Kabuğu programına katılan yaman Örs’ün evrime dair söylediklerini
yalanlamak boynunun borcuymuşçasına hemen ertesi hafta müslüman felsefeci
Teoman Duralı’yı filozofları dinden çıkmış addeden Gazaliye nispet edercesine
iskele sancağına konuk eden Ahmet Hakan’ın çektiği sıkıntılar aklıma geldikçe
evrimi redetmek zorunda kalan inanmışların haline üzülüyorum. Teoman Duralı’nın
sağlam temelden yoksun zorlama açıklamaları ahmet hakanı renkten renge sokuyordu.
Buhara havasıyla soluk almış, medine hurmasıyla beslenmiş, allah dostlarının
faziletlerine, velilerin kerametlerine inanmış , gördüğü maarif nedeniyle
olacak VE ANCAK MUHTEŞEM SÖZCÜĞÜ İLE NİTELENDİRİLEBİLECEK ANALİTİK ZEKASINI BİR
KENARA BIRAKMIŞ ahmet hakan’ın evrim kuramının yanlışlığını yaratılış
söylencesinin doğruluğunu ispat için çağırdığı konuğunu kurtarma girişimlerine
hayranlık beslemedim değil. Tıpkı traverten kayalıklara oyulmuş isa heykelini
bombalayan talebanın yaptıklarına hak vermek üzere akıl dışı söylemlerde
bulunan konukları karşısındaki çaresizliği aklıma geldikçe ahmet hakan adına
üzülüyordum. Belli ki ortada ciddi bir vandalizm vardır, medeniyet düşmanlığı
vardır. Sanat kırıcılığı vardır. Belki de kayıt altına alınmış en ciddi sanat kırıcılığı
dönem olan ikonaklastlığın temelinde bizansın emevilerle olan kültürel
ilişkilerinin etkisi hayli fazladır. Zaten iskele sancak adını verdiği
programının sancağında değil de iskelesinde yer alan hakan “aman allahım ben bu
adamlarla aynı görüşte nasıl olabilirim” demiştir içinden. Konuklarım benim
değil Bizans İmparatoru ikonaklast Leon III’ün hemfikiri olabilirler ancak .
Ekrem Akurgal’ın anadolu medeniyetleri isimli görkemli kitabını okuduktan sonra
günümüzde adına Türk dediğimiz anadolu insanının kesinlikle “yeni bir ırk”
olduğuna ınadım. Luviler hititler..... . Üstelik dünyada eşi benzeri olmayan
bir ırk. Bu ırkın diğer Türk ırklarıyla ortak olan tek yanı Türkçedir. Yani
dildir. Hele hele Bizans imparatoru ? konyaya 40000 sırplıyı yerleştirdiği 100
yıl sonra 30000 kişilik sırp ordusu yetiştirildiği düşünülürse anadoludaki
irkın ne kadar kozmopolit olduğu ve aynı zamanda ne kadar homojen olduğu
rahatlıkla görülebilir. Evet kozmopolitti çünkü hemen her ırktan insan vardı
ama aynı zamanda başka hiç bir toplumda rastlanamayacak kadar çeşitli ırktan
oluşmuş kendine özgü homojen bir bütündü. Ne mozaiği ulan diyen Türkeş haklıydı
aslında. Türkeş farkına varamamış olsa bile dediği doğruydu. Zira anadolu
insanı oluşumunda etken olan tüm mineralleri gösteren mozaik değildi, aksine
hepsini mecz eden yeni bir mineraldi.
Natalia Gutman dinlemeden önce eskilerden şerif muhittin targan’ı günümüz
sanatçılarından Uğur Işık’ı dinlemeliyiz. Zamanının en iyi çellitslerinden
birinin konser için davet edildiği salonda sahneye çıkıp seyircilere şöyle bir
göz atmasından sonra yerinden kalkıp kulise gitmesini ve konser
organizatörlerinin şaşkınlığına karşın dinleyiciler arasında Targan varken ben
çello çalamam deyişini bilmeyen halkımızın seçtiği siyasilerimiz yüzünden kendimizi
ab kapısında köpek ederiz. Anna’yı hatırlayalım. Ne demişti kapısında köpek
olduklarımız için. Latin Köpekler. Bizanslı kronograf Psellos’u hatırlayalım.
Ne demşti kapısında dilenci olduklarımız için. Barbarlar.
Söylediklerimi Çetin Altan’ın Türk’e Türk propagandası dahilinde bir şey
sanmayın lütfen. Anadolu türkü ve sadece anadolu türkü handiyse dünyada yaşayan
tüm ırkların genlerinden öyle ya da böyle bir şeyler almıştır. Uğur ışık’ı
bilmeden ve dinlemeden Natalia Gutman hayranı olmuşsanız, Ayşe Yıldız’ı
dinlemeden Emma Kirkby’e vurulmuşsanız biliniz ki kabahat sizdedir. Sakın
yanlış anlaşılmasın. Uğur, Natalia’den Yo Yo Ma’dan; Ayşe, Emma’dan daha iyidir
demek istemiyorum. Sadece en yakınındaki değerlerin farkında olmayanların
uzaklardaki değerlere önem atfetmesinin sadece gösteriş budalalığı ile
örtüşeceğini söylemek istedim. Ve ille de bilmeliyiz ki yakınımızdaki değerleri
karalayarak, omlara gerekli ihtimamı göstermeyerek yücelmemiz olanaksızdır.
İnsan yakınlarıyla büyür/küçülür.
Hani genellikle .................
Dostoyevskinin anlatımını yürütelim ve..
Yakınınızdaki değerlerin farkında mısınız ? prens diye soralım.
Alacağımız yanıt kesinlikle “hayırdır.”
”O halde budalanın tekisiniz” diyebiliriz rahatlıkla.
Ne yaptık nasıl ettik bilemiyorum ama yurdumuzu budalalarla doldurduğumuzu
biliyorum. Kendi değerlerinin ayırdında olmayan kendine güvenemeyen
budalalarla. Ah Anna ah! Bana göründüğün gibi keşke herkese görünebilseydin.
Adına batı dediğimiz rezil toplumun insanlığı yönlendirme gayretlerini ve
ulaştığı başarılı sonuçları fark edebileceğimiz zaman ne zamandır acep?
Okurlarım arasında dünyanın en uzun ömürlü impratorluğunun rusya imparatorluğu
olduğunu kaç kişi biliyordur?
İnsan dinli ya da dinsiz olabilir. Bunun için birikimi olması grekmez.
İnanması, inanmaması yeterlidir. Kendini ateist olarak tanımlayan biri varsa bu
kavramın karşılığını verebilmesi ve seçtiği hal’e yaraşır yaşam biçimi
belirlemiş olması gerekir. Ateist olabilmenin yolu önce ya da sonra dinli, önce
ya da sonra dinsiz bir yaşam dönemi olmasını gerektiri. Dinli ve dinsiz hayatı
yaşamadan ateist olunamaz. Gerçekte dinlilerler dinsizler bir birlerine oldukça
yakındırlar. Ateistler ise her iki hal’e de aynı uzaklıktadırlar. Ateistin
zihninde GERİSİNİ TAMAMLA
Birileri çıkmalı ve müslümanlığı sakallıların tekelinden kurtarmalıdır.
AŞAĞIDAKİ BAŞLIKLARI TAMAMLA.
Bizans tarihi imparator hanedanları asker imparatorlar ve son hanedan türk.
Vakko ayakkabı çorap ve referens alablecek kimse ve olayların olmaması.
Kentsoyluluğun oluşamaması.
1517 ve anadolu travması.
Halifelikle ilgili İbrahim Temonun anıları.
Yakını görememem ve kafamın küçüldüğünü sanmam.
Müzikte kulak ve hafıza. Kani Karaca ve Anjelika Akbar.
Cekilir misin çekilebilir misiniz, emir kipi rica kipi, çekilirmisin deki siniz
eklerini bilerek yazmadım. Zira misin yerine misiniz kullanılması gerektiğini
bilen önüne “lebi” eklerinin ilave edeilmesinin de gerekli olduğunu biliyordur.
“Menzil vurgunu”
Osmanlıca ile türkçe arasındaki fark...
Yazımızı uzunca bir kompozisyon gibi kabul edelim ve sonuç bölümünü yazalım.
1-Sözcükleri anlaşılır kılan...
2-Herkes eleştiri yapabilir ancak takdir sadece ...
3-Herkes her yanlışı yapabilir bu yüzden en çok kendime güvenirim ama kendime
güvenim bile tam değil.
4-Çirkinliklerimizin sergisi para, örtüsü parasızlıktır.
5-İnsan kafasının küçüldüğü zehabına kapılıyorsa yakını göremiyordur. Bakışınız
bozulmuşsa hemen yanınızdaki dğerleri fark edemiyorsunuzdur.
6-İşhanet affedilmez. İbni hişam’a ve bizans tarihine ve sultan devirenlerin
akibetlerine bak.
7-Dostunla başbaşa kaldığında kendi bakış açısından yanlış bulduğu bazı hal ve
hareket ve tavırlarını sana söylemiyorsa dostluğundan kuşkuya düşmelisin.
Kusurda devam etmemizi isteyenler ancak dost olmayanlarımız olabilir. Dost
olmayanları ille de düşman olarak algılamak gerekmez. Onlar sadece zorunlu
olarak bir arada bulunduğumuz kimselerdir. Arkadaş olduğunuzu sandığınız ancak
aslında sadece arkadaş gibi olduklarınızdır.” Arkadaşla” “arkadaş gibi”
arasındaki fark erkekle kadın arasındaki farktan daha az değildir. Daha önce
yazdıklarımdan dolayı mutlaka anlamışsınızdır.
8-Osmanlıların kullandıkları arapça karakterler latinceye yerlerini verdiğinde
eskiyi anlamayan yeni nesil oluştuğundan şikayet edilir. Örnek olarak günümüzde
yaşayan bir iranlının sadiyi çok kolay okuyabildiği söylenir.
<<="" eğer="" fark="" gelişip=""
gerekir.="" gerektiğini="" gibi=""
günü="" her="" iddia="" kabul=""
matah="" o="" olduğu=""
organizmadır.="" oysa="" p="" söz=""
uyamamasından="" ve="" yaşayan=""
yoksa="" yıl="" çağa="" öncesiyle=""
şey="" şeyin="">
Keza sanki fatih devrinde kaleme alınmış bir metnin sanki abdülhamid dönemi
entellektüelleri tarafıdan kolaylıkla anlaşılabildiği doğruymuş
gibi. <="" yazılmış="">
9-Kadının arsızıyla erkeğin arsızı tahtarevalliye binmişler, erkek kendini ayda
bulmuş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder